Gila Haddad, 22.10.2021 tarihinde kendi sosyal medya sayfasında bir mezarın fotosunu paylaşmıştı. Fotonun altındaki not dikkatimi çekmişti:
“Amerika’da Ermeni Mezarlığı, Mariam Hazarvartyan 1895- 1939 Siverekli”
Bu tarihe göre Siverek’te dünyaya gelen Meryem, Amerika’da dünyaya veda etmişti. Meryem, tüm yaşamını kırk dört yıla sığdırmış.
Evet, Siverekli Ermeni Meryem dünyaya gözlerini açtığından itibaren fırtınalı bir yaşama merhaba demişti. Nelerle karışılacağını bilmeden, kendi iradesi dışında Ermeni bir ailenin çocuğu olmanın ve dünyaya geldiği coğrafyanın kaderini belirlemede etkili olduğu acılı yılların ortasında dünyaya gelen talihsiz Meryem.
Siverekli Meryem, hangi mahalleden, kimin kızı olarak dünyaya geldiği, amcası, dayısı, teyzesi ve dedesi kim? Maalesef bu soruların cevabı yok. Ama doğum ve ölüm tarihi bize Meryem’in neler yaşadığı konusunda ipuçları veriyor. Birinci saldırı dalgası olan 1894 tarihinden bir yıl sonra dünyaya gelmiş. İkinci saldırı dalgası olan 1915’e gelindiğinde Meryem yirmili yaşlarda genç bir kız olarak yaşamını sürdürüyordu. Bu yaşlarda evlilik yapmış mı? Hiçbir bilgimiz yok. İkinci dalga saldırısından Meryem ve ailesinin Siverek’i terk ettiklerini düşünüyorum. Ailesinden kaybedenleri geride bırakıp kalanlarla birlikte canlarını kurtarmak için güvenli bölgelere kaçma, doğduğu toprakları terk etme zorunda bırakıldılar. O dönemde uluslararası yardım kuruluşlarından Almanya, İsviçre, Fransa ve Amerika Yakındoğu Vakfı tarafından hayati tehlikesi bulunan gayrimüslimleri kurtarmak için yardım ettikleri biliniyor.
Bazı kesimlere göre bu kurtarma faaliyetlerini “misyonerlik” olarak gösterilse bile aslında insani bir görev yaptıkları o tarihte ittihatçı Osmanlı iktidarın Tehcir ve katliam kararı aldıklarını biliyorlardı. Zaten bu insani olmayan çılgın karar aynı zamanda kendilerinin de sonunu hızlandırmıştı. Osmanlının bu çılgın kararı, uluslararası müzakerelerde İngiltere’nin ve Fransa’nın elini güçlendirmiş, masa başındaki görüşmelerde, bu iki ülke üstünlük sağlamıştı.
Çocukluğumun geçtiği Hacı Ömer mahallesinde bulunan evimizin karşısındaki komşumuzu “Süryanilerin evi” diye biliyorduk ama fazla bilgimiz de yoktu. Ve hiç kimse konuşmuyordu. Bu komşu Süryani’ye Cuma dayı diyorduk. Bir de, Xalé Zülküf dediğimiz kardeşi vardı. Babası, amcası var mıydı? Hiçbir bilgiye sahip değildik.
1980 yılına kadar kaldığımız Siverek’te, bu Süryani komşularımız hakkında yeterli bilgi yoktu. Bu konuda kimse konuşmuyordu. Veya konuşmayı tehlikeli bulup kendi aralarında aile içinde konuşuluyordu. Uluorta da alenen konuşulmuyordu zira tehlikeli konulardı. Bu komşularımızdan biri manifaturacılık yapardı. Diğeri de sanat okulu yolunda bakkal dükkânı işletirdi.
Evimizin iki sokak aşağısında “Keser dayı” dediğimiz evinin bir odasını Tuhafiye eşyası satarak geçimini sağlardı. Keser dayının ismi nedir bilmiyorduk. Aslında meğer eşinin adı Kevser ama komşular ona Keser derdi. O zaman biz çocuklar kocasına da Keser dayı diye hitap ederdik. Keser Dayının kimsesi yoktu. Evinden dışarı çıkmaz, bahçe ve çay ocaklarına sinemaya gitmezdi. Günlerini evinde geçirirdi. Güler yüzünü eksik etmezdi ama hiç kimseyle de samimiyet kurmazdı. Endişe ve tedirginlik yaşam hali gözlerinden okunuyordu. Bunun nedenini çözümleyecek yaşta değildik. Keser Dayı yaşamını sade mütevazi şeklinde devam etti. Onun sorununu, hayata bakışını öğrenemeden bu dünyadan göçüp gitti. Yıllar sonra öğreniyoruz, komşumuz Keser dayının Ermeni yetimi olduğunu. Yaşadığı sıkıntıları çektiği acıları komşu olarak bilmememiz de bizim çelişkimizdi.
1982 yılında Urfa’ya geldiğimizde, üç semavi dinin merkezinin üç bölgeden birinin de Urfa olduğunu yine yıllar sonra öğrenecektik. Medeniyetin ve uygarlığın geliştiği bu bölgede, Axırwan (Ahırvan) denen sidikli sudan medet umar hele getirilmiştik. Urfa’ya geldiğimizde önce Kuyubaşı Mahallesi sonra Arap meydanında ikamet ettik. Çarkoğlu camisi karşısında Harun Beyin yokuşun da Harun Beyin evinde kiracıydık. Ev de zamanında saray gibiymiş. Dört hisseye bölünmüş şekliyle dört ayrı kapıdan birinde oturuyorduk. O dönem Urfa Tünelleri kazı işlerini üstlenen Akpınar firmasında Ekskavatör operatörü olarak çalışıyordum. Sabah saat 06 sularında evden çıkar, akşam 20 sularında eve dönerdim. Anlayacağınız gündüz evde değilim.
Yine evde olmadığım bir günde, Harun Beyin yokuşuna bir grup turist gelir. Sokakta yavaş ama emin adımlarla ilerleyen grup, sokağın duvarlarını, kapılarını gözetleyerek ilerlerler ve gelip bizim evin kapısının önünde dururlar. Evin duvarlarını kolaçan ettikten sonra kapıyı çalarlar.
Kapıyı annem açınca tercüman seslenir; “Teyze müsaaden varsa, Avrupa’dan gelen bu grup Urfa evlerini görmek istiyorlar izniniz var mı?” Diye sorunca, geleneğimizde müsaade isteyen geri çevrilmez. Annem de buyur etmiş. Adamlar içeri geçince Oda’ları, Kileri, Mahzeni, Çardağı ve kapı pencerelerine bakarken biri annemin anlamadığı bir dille ev hakkında bilgi veriyordu. Bir kişide evin tüm bölümlerini kameraya alıyordu. Bi ara annemin bakışları kameracıya takıldı. Çekim yaparken gözünden yaş geliyordu.
Birgün, Pazar tatilimde annem olup bitenleri bana anlattı. Kız kardeşimin de dikkatini çekmişti. Bu turistler kameraya aldığı her tarihi yerleri çekerken ağlamıyorlardı herhalde. Annem daha tecrübeli; “Oğlum” diyerek söze başladı; “Vallahi de billahi de, gelenler bu evin sahibidirler. Davranışından belliydi, tarif edilen eve tıpa tıp benziyordu. Harun Beg gibi zorbalar da fırsatını bulmuş adamların evine el koymuşlar. Nasıl ki Siverek’teki komşularımız bilinmezliklere sürüldüğünü, mallarının nasıl talan ettiklerini babam da bize anlatıyordu. Belli ki bu ev, Ermenilerden kalma. Torunları da dedelerinin izini tarihlerini arıyorlar. Aradıklarını bulmuş olmalılar ki gözyaşlarını tutamıyorlar.”
Annemin çözümlemesi de böyle.
Gila Haddad’ın paylaşımlarından yola çıkarak bunları anımsadım. Yüz yıldır Mezopotamya halklarına acılar yaşatan, öğretisi; kincilik ve dincilikten başka halka bir şey veremeyen topraklarına zulmü ekmeyi marifet bilen özünde talancılığı esas alan bir çeteci yapılanma tasfiye edilmediği sürece, ülke yönetimini evrensel hukuk normlarına evirilmediği müddetçe bu acılar da son bulmayacaktır maalesef.
20 Temmuz 2022
Cemal Babaoğlu