MUTASARRIF NUSRET BEYİN İBRETLİK ÖYKÜSÜ
Nusret bey, 1875 yılında Preveze’de doğdu. 1899’da Mülkiye’den mezun olan Nusret Bey, 20 Eylül 1901 tarihinde Konya Rum ve Ermeni okullarında Türkçe öğretmenliği yaptı. 27 Nisan 1914’te Bayburt kaymakamlığına atandı. Tehcir kanunu çıktıktan sonra (27 Mayıs 1915) Erzurum 3. Ordu Komutanı Mahmut Kamil Paşanın emri ile Bayburt sınırı içerisindeki Ermenileri Erzincan’a sevk eder. Sevk edilen Ermenilerden bidaha haber alınmaz. Akıbetleri biliniyor ama resmi kayıtlarda meçhule gidildiği ulu orta sözlerle geçiştirildi. (Osmanlı yönetimi bu sevklerle ilgili ilgili şöyle diyordu, “1. Dünya savaşı esnasında Ruslar Ermenilere destek vererek buralarda bir Ermenistan devletinin kurulmasını önleme tedbiri ile buralarda yaşayan Ermeni vatandaşlarımızı başka bölgeye sevk edilmiştir” tarzındaki açıklamaların tam tersi yapılıyordu. Oysa Sivas ve Adana Ermeni katliamı hem savaş öncesindeydi, hem de Rusya sınırının da çok uzağında idiler) Nusret Bey, kendisine verilen talimat gereği Bayburt bölgesinde ikamet eden tüm Ermenileri Erzincan’a sevk edilmesi ile birlikte, 3. Ordunun erzak ihtiyaçlarının temini içinde çaba sarf ediyordu. Erzurum valiliği çeşitli tarihlerde Nusret Beyin üstün başarılarından dolayı mükâfatlandırıp, takdir ediyordu. Nusret bey, Bayburt’ta görev yaparken yetenekleri ve başarıları dikkate alınarak 12 Eylül 1915’de Erzincan Sancağı Mutasarrıf Vekilliği’ne, 13 Kasım 1915’de Ergani Sancağı Mutasarrıflığına terfian nakledildi.
14 Haziran 1917 tarihinde, yıldırım orduları 2. Grup kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın talebi üzerine Urfa Mutasarrıflığına tayin edilir. Urfa’da iken Mudafa-i Hukuk Cemiyetinin kurulmasına öncülük eder. Kürt Teali Cemiyetini ise kapatır. Birçok yerde olduğu gibi Urfa’ya da İngiliz işgal kumandanları şehre girmiştiler. Bu konuda resmi kaynaklar şöyle yazar, Mutasarrıf makamına giren İngiliz kumandanı, “Galip bir hükümetin Askerini neden karşılamıyorsun?” deyince Nusret bey, “misafir gibi gelseydin seni Birecik’te karşılardım!” diye belirtmeleri, eziklik psikolojisinden kurtulma manevralarıdır. Zira Osmanlı imparatorluğu Almanya devleti ile birlikte girdiği savaşın mağlubu olmuşlardı. Böyle haksızlık karşısında dik duran bir yapıda olsaydı 3. Ordu kumandanı Mahmut Kamil Paşanın talimatına boyun eğip, zavallı savunmasız Ermeni kadın ve çocuklarını bilinmeze sevk etmezdi. Bin yıldır birlikte yaşadıklarımızdan olanları, açlığı ve yoksulluğu birlikte paylaştığımız o kadim komşularımıza reva görülen göçertme politikasına destek vermezdi. Zaten İngilizler, fazla kalmadan yerlerini Fransız askerlerine devrederek Urfa’dan ayrıldılar. Nusret bey İngilizlere olduğu gibi Fransızlara da karşı duruş sergileyecek durumu yoktu. Ama şunu yaptığına inanıyorum, el altından Mudafa-i Hukuk cemiyeti ile Kuvvayı Milliye adlı milis güçlerine destek vermiş olabilir. Asıl direniş hareketini Kürt aşiretlerin başlattığını belirteyim.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros ateşkes mütarekesi galip devletler Osmanlı üzerinde daha fazla söz ve karar sahibi oldular. Koltuk altlarında sürekli taşıdıkları “Ermeni Dosyası” vardı. Bu dosyada Osmanlının 1894-96 yıllarındaki Ermeni katliamlarının detaylı bilgisi vardı. Başta Adana, Sivas, Harput ve diğer illerin katliamları ile Osmanlı vatandaşı olan Fransızlar da dindaşlarının akıbetini sorguluyorlardı. Bu sorgulama, galip devletlere siyasal üstünlük sağlıyordu. Her sorguda Osmanlı yönetimi katliamı inkâr ederek, “bizde ayrımcılık yoktur. Biz kimseyi öldürmedik. Muhtelif yerlerde adli vakalar olmuştur. Ama asıl katliamı Taşnak partisi ile Kürtler yapmıştır” gibi savunmalar galip devletlerini ikna etmekten uzaktı. Ama olayları soruşturmada anlaştılar. Bu çerçevede, Ermeni Tehcirini soruşturma komisyonu kuruldu. Ardından, “Divan-ı Harp mahkemeleri kuruldu. Ermeni tehciri sırasında görev yapan Vali, Kaymakam ve Mutasarrıfların listesi hazırlanıyor.
6 Nisan 1919 tarihinde, Damat Ferit Paşa tarafından gönderilen bir telgrafla Urfa Mutasarrıfı Nusret beyin görevinden alındığını ve Askerler nezaretinde İstanbul’a getirilmesi istenir. Öyle de olur, Nusret bey jandarma eşliğinde İstanbul’a getirilerek, Bekirağa Bölüğünde hapsedilir. Bir ay sonra yargılamak için kurulan, Mustafa Nazım Paşa başkanlığındaki Divan-i Harp-i Örfi ’de yargılanır. Nusret bey bu yargılamadan ceza almadan kurtulur. Bir süre cezaevinde kalır. Sonra salıverilip, Erenköy’deki evine yerleşir. Nusret beyin özgürlüğü uzun sürmez yaklaşık altı ay sonra tekrar yakalama kararı çıkar. 6 Kasım 1919 tarihinde Erenköy’deki evine gelen görevli polisler tarafından gözaltına alınıp, tutuklanır. Nisan 1920’de yargılama hazırlıkları başlar. Mahkeme başkanı olarak Esat Paşa belirlenir. Nusret beyle ilgili yargılama yöntemi ile mağdurların mahkemeye ifade vermesinin çağrıları yapılır. Doğal olarakta Ermeni mağdurlar gelip ifade verecek. (ileriki yıllarda resmi tarihin sözcüleri, “hain Ermeniler yalan beyan verdi” diyecekler) Bu arada Nusret beyin görev yaptığı yerlere telgraf çekilerek Nusret bey hakkında bilgi toplanılmasını ve mahkemeye yetiştirilmesi isteniyordu. Bu arada mahkeme başkanı olan Esat Paşa’nın yeri değiştirilerek tekrardan Divan-i Harp mahkeme başkanlığına Mustafa Nazım Paşa getiriliyordu. İlk duruşma 28 Nisan 1920’de başladı. Mahkeme başkanı sanık Nusret beyin kimlik bilgilerini yaptığı görevleri tespit ettikten sonra hakkındaki iddialar olan, Ermeni tehciri esnasında ölümlere sebebiyet vermek ve yapılan usulsüzlükleri sorması üzerine Nusret bey şöyle savunmasını yapar;
“Bayburt’un harp sahası içinde olması nedeniyle, 3.Ordu eski kumandanı Mahmut Kamil Paşa’nın emriyle ve buradaki Ermenilerin kendisinin idaresi altında ancak jandarma tarafından tehcir edildiğini, sevk edilenlerin Erzincan’a sağ salim ulaştırıldığını ve bu sırada bölgede herhangi bir vukuat meydana gelmemiştir. Tehcir edilenlerin mallarının bir komisyon tarafından satılıp parasının da sahiplerine verildiğini, bunun da kayıtları sabittir.” Diyerek savunmasını bitirir.
Mahkeme duruşmayı ileri bir tarihe erteler. Üç ay içersinde iki mahkeme daha olur. Bayburt’tan gelen tanıklar dinlenir ve karar duruşması olan 27 Temmuz 1920’de mahkeme heyeti idam kararını verir. 4 Ağustos 1920’de padişah kararı onayınca ertesi gün yani 5
Ağustos 1920’de İstanbul Beyazıt meydanında idam edilir.
Kim bilir bu meydanda daha kaç kişi kurban edildiği bilinmez ama hafızamda Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal beyin trajik ve aynı zamanda ibretlik öyküsü duruyor. Divan-ı Harp mahkemesine çıkarılır ve Ermenileri kırıma uğratmaktan suçlanır. Kış gününde vatandaşları can ve mal kaybına uğrattığı, ayaklarına süngüler bağlayarak ölüme terk ettiği iddialarla suçlanır. Bu suçlamalara karşı Kemal bey şu savunmayı yapar;
“Ben aldığım emri yerine getirdim. Sürgün edilenlere insani şekilde davrandım! Süngü bağlamadım. Vicdan azabı duymuyorum! Kimsenin ölümü için emir vermedim” diyerek suçlamaları ret eder. Mahkeme heyeti Yozgat Mutasarrıfı ve Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal beye idam cezası verir. Dönemin Padişahı Vahdettin idam kararını onayınca, 10 Nisan 1919 tarihinde İstanbul Beyazıt meydanında idam edilir.
Tehcir kararı, iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Fıkrasının bir politikasıydı. Türk-İslam politikaları esas alınarak tüm gayrimüslimleri Osmanlı topraklarından sürme kararı idi. Hiçbir Osmanlı yetkilisini Divan-ı Harpte yargılama gibi bir düşünceleri yoktu. Olamazdı da zira Tehcir kararı Osmanlı yönetiminin aldığı ortak bir karardır. Ve bu karara hiçbir kaymakam ve Mutasarrıf buna karşı koyamaz. Ancak görevinden istifa edip, o mağdur insanlarla dayanışma gösterebilirdi ama böyle onurlu bir davranış da herkese nasip olmaz.
Mondros mütarekesinden sonra galip devletlerin talebi veya baskısı üzerine kurulan soruşturma komisyonu, Osmanlı memurlarının zayıf halkaları kurban edilir. Çünkü başta Ermeniler olmak üzere tüm gayrimüslimlere yönelik alınan imha kararını devlet adına savunulamaz bu karar savaş suçunu oluşturduğundan, ellerinde kalan tek seçenek katliamı inkar etmek, mevcut katledilenle ilgili iddiayı da menfi adli olay diyerek soruşturma başlatıp, birkaç kurbanla Osmanlı devletinin onurunu kurtarma…
14 Ekim 1922 tarihinde toplanan BMM (Büyük Millet Meclisi) özel bir kanun çıkararak, Divan-i Harpte idam edilen, Urfa Mutasarrıfı Nusret bey ile Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, “Milli Şehit” olarak kabul edildi. 1927 yılında ise yine çıkarılan bir yasa ile bu her iki aileye 20 bin lira değerinde yardım yapıldı ve eşi ile çocuklarına maaş bağlandı. Görüldüğü gibi Osmanlının tüm günahını ve borcunu sözde genç cumhuriyet yönetimi devralmıştı. Bu genç yönetim asla demokrasiyi ve hukuku içine sindiremeyip, ülkeyi hep emir-komuta sistemi ile yönetmeyi esas almıştı. Tıpkı Osmanlı gibi
CEMAL BABAOĞLU
Kaynak:
wikipedia
Bianet
Nusret bey, 1875 yılında Preveze’de doğdu. 1899’da Mülkiye’den mezun olan Nusret Bey, 20 Eylül 1901 tarihinde Konya Rum ve Ermeni okullarında Türkçe öğretmenliği yaptı. 27 Nisan 1914’te Bayburt kaymakamlığına atandı. Tehcir kanunu çıktıktan sonra (27 Mayıs 1915) Erzurum 3. Ordu Komutanı Mahmut Kamil Paşanın emri ile Bayburt sınırı içerisindeki Ermenileri Erzincan’a sevk eder. Sevk edilen Ermenilerden bidaha haber alınmaz. Akıbetleri biliniyor ama resmi kayıtlarda meçhule gidildiği ulu orta sözlerle geçiştirildi. (Osmanlı yönetimi bu sevklerle ilgili ilgili şöyle diyordu, “1. Dünya savaşı esnasında Ruslar Ermenilere destek vererek buralarda bir Ermenistan devletinin kurulmasını önleme tedbiri ile buralarda yaşayan Ermeni vatandaşlarımızı başka bölgeye sevk edilmiştir” tarzındaki açıklamaların tam tersi yapılıyordu. Oysa Sivas ve Adana Ermeni katliamı hem savaş öncesindeydi, hem de Rusya sınırının da çok uzağında idiler) Nusret Bey, kendisine verilen talimat gereği Bayburt bölgesinde ikamet eden tüm Ermenileri Erzincan’a sevk edilmesi ile birlikte, 3. Ordunun erzak ihtiyaçlarının temini içinde çaba sarf ediyordu. Erzurum valiliği çeşitli tarihlerde Nusret Beyin üstün başarılarından dolayı mükâfatlandırıp, takdir ediyordu. Nusret bey, Bayburt’ta görev yaparken yetenekleri ve başarıları dikkate alınarak 12 Eylül 1915’de Erzincan Sancağı Mutasarrıf Vekilliği’ne, 13 Kasım 1915’de Ergani Sancağı Mutasarrıflığına terfian nakledildi.
14 Haziran 1917 tarihinde, yıldırım orduları 2. Grup kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa’nın talebi üzerine Urfa Mutasarrıflığına tayin edilir. Urfa’da iken Mudafa-i Hukuk Cemiyetinin kurulmasına öncülük eder. Kürt Teali Cemiyetini ise kapatır. Birçok yerde olduğu gibi Urfa’ya da İngiliz işgal kumandanları şehre girmiştiler. Bu konuda resmi kaynaklar şöyle yazar, Mutasarrıf makamına giren İngiliz kumandanı, “Galip bir hükümetin Askerini neden karşılamıyorsun?” deyince Nusret bey, “misafir gibi gelseydin seni Birecik’te karşılardım!” diye belirtmeleri, eziklik psikolojisinden kurtulma manevralarıdır. Zira Osmanlı imparatorluğu Almanya devleti ile birlikte girdiği savaşın mağlubu olmuşlardı. Böyle haksızlık karşısında dik duran bir yapıda olsaydı 3. Ordu kumandanı Mahmut Kamil Paşanın talimatına boyun eğip, zavallı savunmasız Ermeni kadın ve çocuklarını bilinmeze sevk etmezdi. Bin yıldır birlikte yaşadıklarımızdan olanları, açlığı ve yoksulluğu birlikte paylaştığımız o kadim komşularımıza reva görülen göçertme politikasına destek vermezdi. Zaten İngilizler, fazla kalmadan yerlerini Fransız askerlerine devrederek Urfa’dan ayrıldılar. Nusret bey İngilizlere olduğu gibi Fransızlara da karşı duruş sergileyecek durumu yoktu. Ama şunu yaptığına inanıyorum, el altından Mudafa-i Hukuk cemiyeti ile Kuvvayı Milliye adlı milis güçlerine destek vermiş olabilir. Asıl direniş hareketini Kürt aşiretlerin başlattığını belirteyim.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros ateşkes mütarekesi galip devletler Osmanlı üzerinde daha fazla söz ve karar sahibi oldular. Koltuk altlarında sürekli taşıdıkları “Ermeni Dosyası” vardı. Bu dosyada Osmanlının 1894-96 yıllarındaki Ermeni katliamlarının detaylı bilgisi vardı. Başta Adana, Sivas, Harput ve diğer illerin katliamları ile Osmanlı vatandaşı olan Fransızlar da dindaşlarının akıbetini sorguluyorlardı. Bu sorgulama, galip devletlere siyasal üstünlük sağlıyordu. Her sorguda Osmanlı yönetimi katliamı inkâr ederek, “bizde ayrımcılık yoktur. Biz kimseyi öldürmedik. Muhtelif yerlerde adli vakalar olmuştur. Ama asıl katliamı Taşnak partisi ile Kürtler yapmıştır” gibi savunmalar galip devletlerini ikna etmekten uzaktı. Ama olayları soruşturmada anlaştılar. Bu çerçevede, Ermeni Tehcirini soruşturma komisyonu kuruldu. Ardından, “Divan-ı Harp mahkemeleri kuruldu. Ermeni tehciri sırasında görev yapan Vali, Kaymakam ve Mutasarrıfların listesi hazırlanıyor.
6 Nisan 1919 tarihinde, Damat Ferit Paşa tarafından gönderilen bir telgrafla Urfa Mutasarrıfı Nusret beyin görevinden alındığını ve Askerler nezaretinde İstanbul’a getirilmesi istenir. Öyle de olur, Nusret bey jandarma eşliğinde İstanbul’a getirilerek, Bekirağa Bölüğünde hapsedilir. Bir ay sonra yargılamak için kurulan, Mustafa Nazım Paşa başkanlığındaki Divan-i Harp-i Örfi ’de yargılanır. Nusret bey bu yargılamadan ceza almadan kurtulur. Bir süre cezaevinde kalır. Sonra salıverilip, Erenköy’deki evine yerleşir. Nusret beyin özgürlüğü uzun sürmez yaklaşık altı ay sonra tekrar yakalama kararı çıkar. 6 Kasım 1919 tarihinde Erenköy’deki evine gelen görevli polisler tarafından gözaltına alınıp, tutuklanır. Nisan 1920’de yargılama hazırlıkları başlar. Mahkeme başkanı olarak Esat Paşa belirlenir. Nusret beyle ilgili yargılama yöntemi ile mağdurların mahkemeye ifade vermesinin çağrıları yapılır. Doğal olarakta Ermeni mağdurlar gelip ifade verecek. (ileriki yıllarda resmi tarihin sözcüleri, “hain Ermeniler yalan beyan verdi” diyecekler) Bu arada Nusret beyin görev yaptığı yerlere telgraf çekilerek Nusret bey hakkında bilgi toplanılmasını ve mahkemeye yetiştirilmesi isteniyordu. Bu arada mahkeme başkanı olan Esat Paşa’nın yeri değiştirilerek tekrardan Divan-i Harp mahkeme başkanlığına Mustafa Nazım Paşa getiriliyordu. İlk duruşma 28 Nisan 1920’de başladı. Mahkeme başkanı sanık Nusret beyin kimlik bilgilerini yaptığı görevleri tespit ettikten sonra hakkındaki iddialar olan, Ermeni tehciri esnasında ölümlere sebebiyet vermek ve yapılan usulsüzlükleri sorması üzerine Nusret bey şöyle savunmasını yapar;
“Bayburt’un harp sahası içinde olması nedeniyle, 3.Ordu eski kumandanı Mahmut Kamil Paşa’nın emriyle ve buradaki Ermenilerin kendisinin idaresi altında ancak jandarma tarafından tehcir edildiğini, sevk edilenlerin Erzincan’a sağ salim ulaştırıldığını ve bu sırada bölgede herhangi bir vukuat meydana gelmemiştir. Tehcir edilenlerin mallarının bir komisyon tarafından satılıp parasının da sahiplerine verildiğini, bunun da kayıtları sabittir.” Diyerek savunmasını bitirir.
Mahkeme duruşmayı ileri bir tarihe erteler. Üç ay içersinde iki mahkeme daha olur. Bayburt’tan gelen tanıklar dinlenir ve karar duruşması olan 27 Temmuz 1920’de mahkeme heyeti idam kararını verir. 4 Ağustos 1920’de padişah kararı onayınca ertesi gün yani 5
Ağustos 1920’de İstanbul Beyazıt meydanında idam edilir.
Kim bilir bu meydanda daha kaç kişi kurban edildiği bilinmez ama hafızamda Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal beyin trajik ve aynı zamanda ibretlik öyküsü duruyor. Divan-ı Harp mahkemesine çıkarılır ve Ermenileri kırıma uğratmaktan suçlanır. Kış gününde vatandaşları can ve mal kaybına uğrattığı, ayaklarına süngüler bağlayarak ölüme terk ettiği iddialarla suçlanır. Bu suçlamalara karşı Kemal bey şu savunmayı yapar;
“Ben aldığım emri yerine getirdim. Sürgün edilenlere insani şekilde davrandım! Süngü bağlamadım. Vicdan azabı duymuyorum! Kimsenin ölümü için emir vermedim” diyerek suçlamaları ret eder. Mahkeme heyeti Yozgat Mutasarrıfı ve Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal beye idam cezası verir. Dönemin Padişahı Vahdettin idam kararını onayınca, 10 Nisan 1919 tarihinde İstanbul Beyazıt meydanında idam edilir.
Tehcir kararı, iktidarda bulunan İttihat ve Terakki Fıkrasının bir politikasıydı. Türk-İslam politikaları esas alınarak tüm gayrimüslimleri Osmanlı topraklarından sürme kararı idi. Hiçbir Osmanlı yetkilisini Divan-ı Harpte yargılama gibi bir düşünceleri yoktu. Olamazdı da zira Tehcir kararı Osmanlı yönetiminin aldığı ortak bir karardır. Ve bu karara hiçbir kaymakam ve Mutasarrıf buna karşı koyamaz. Ancak görevinden istifa edip, o mağdur insanlarla dayanışma gösterebilirdi ama böyle onurlu bir davranış da herkese nasip olmaz.
Mondros mütarekesinden sonra galip devletlerin talebi veya baskısı üzerine kurulan soruşturma komisyonu, Osmanlı memurlarının zayıf halkaları kurban edilir. Çünkü başta Ermeniler olmak üzere tüm gayrimüslimlere yönelik alınan imha kararını devlet adına savunulamaz bu karar savaş suçunu oluşturduğundan, ellerinde kalan tek seçenek katliamı inkar etmek, mevcut katledilenle ilgili iddiayı da menfi adli olay diyerek soruşturma başlatıp, birkaç kurbanla Osmanlı devletinin onurunu kurtarma…
14 Ekim 1922 tarihinde toplanan BMM (Büyük Millet Meclisi) özel bir kanun çıkararak, Divan-i Harpte idam edilen, Urfa Mutasarrıfı Nusret bey ile Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, “Milli Şehit” olarak kabul edildi. 1927 yılında ise yine çıkarılan bir yasa ile bu her iki aileye 20 bin lira değerinde yardım yapıldı ve eşi ile çocuklarına maaş bağlandı. Görüldüğü gibi Osmanlının tüm günahını ve borcunu sözde genç cumhuriyet yönetimi devralmıştı. Bu genç yönetim asla demokrasiyi ve hukuku içine sindiremeyip, ülkeyi hep emir-komuta sistemi ile yönetmeyi esas almıştı. Tıpkı Osmanlı gibi
CEMAL BABAOĞLU
Kaynak:
wikipedia
Bianet