URFADA YAHUDİ OLMAK
Bu başlığa bakıp, soruyu çoğalta biliriz. Urfa’da Ermeni, Süryani olmak, Aydın-demokrat olmak ve hatta sosyalist olmak zordur. Tam yüz yılı aşkın bir sürede farklılıkları ötekileştirmek, aşağılamak yok saymak kin-nefret tohumlarını ekme neticesinin vardığı liman; sürgün ve katliam uygulamaları olmuştur. Bugün itibarı ile bakarsak, farklı dinlerin yerine tek bir dinin hâkim olduğu görülüyor. Üç ırkın yaşadığı, yani Türkmenler, Kürtler ve Arapların yaşadığı Urfa’da tamamıyla İslam inancı hakim olmasına rağmen, iktidar erkini bu durum yine de tatmin etmiyor. Her fırsatta düşman arıyor, her fırsatta felaket tellallığına ihtiyaç duyuyor. İktidar erki düşman yaratmada çok yetenekli olduğu belliydi. Zira sürekli senaryo üretiyor ve ürettiği senaryoya herkesin inanması ve ona göre davranmasını istiyor.
1915 öncesine kadar yüzde 40 olan gayri Müslüm nüfuz, 1915 sonrasında adeta sıfırlandı. Katliamdan kurtulanlar, ya şehri terk etti yada dinini inkar edip, Müslüman gibi yaşamaya başladı. Bu tarihte Urfa’nın demografik yapısının değiştiğine dair tüm veriler netleşti. Hayatta kalanların çoğu genelde kız çocukları idi. Birçokları merhametli Müslüman komşuların sahiplenmesiyle çocukların hayatını kurtarıldıklarını biliyoruz. Kırsal alanlarda hangi köylere giderseniz gidin, mutlaka yürek yakan bir Ermeni veya Süryani öyküsüne rastlarsınız. Kitabımızın ilerleyen sayfalarında bulunan Perişan ile Sıdıka’nın öyküleri buna örnektir. Bunun gibi binlerce öyküyü köy odalarında, dededen toruna anlatılır. Zaten Mezopotamya tarihi bir yerde sözlü tarihtir. Yaşamları gibi öyküleri de kaçaktır. Urfa merkezde yaşamını sürdüren, Sporda, siyasette ve ticarette önemli mevkilere gelmiş Ermeni veya Yahudi asıllı, hemşerilerimle bu acılı tarih üzerine yaptığımız söyleşilerde hep şu uyarılarla karşılaşıyordum:
“Aman ha Cemal kardeş sakın ismimizi yazmayasın”
Konuştuğum kişi isminin yazılmasını istemiyorsa zaten yazılmaz, bu yazarlığın etik kuralıdır. Bu kişiler arasında sakal bırakmış, Hacca gitmiş olanlarda vardı. Kaygılarında haksızda sayılmazlar. Demokratik olmayan yönetimlerde her an her şey olabilir. Ermeni, Süryani tarihi ile ilgili yazılar özellikle 2000 yılından sonra yazılmaya başlanıldı. Ermeni olaylarını yazmak, katliamdan soykırımdan bahsetmek ateşten gömlekti. Bütün bu baskılara rağmen bunları yazan yayınevleri de vardı. Bunlardan Belge Yayınları sahibi Sayın Ragıp Zarakolu, tüm baskılara soruşturmalara rağmen Ermeni ve Süryani tarihini gün yüzüne çıkaracak eserlere imza attılar. Atatürk’ün manevi kızı olarak bilinen Sabiha Gökçen’in gerçek ismi Xatun Sebilciyan’dı. Atatürk bir gezi esnasında Cibin yetimhanesinde bu kızı görünce evlatlık olarak yanına alıyor. Bu bilgi ilk kez Ağos gazetesinde yayınlandığında kamuoyu şok olmuştu. Bir söylentiye göre bu gizli bilgileri yayınlayan Hrand Dink’in sonunu getirmişti.
Urfalı Araştırmacı yazar Müslüm Yücel’in, “Urfa Ermenileri, Beslemeler” adlı makalesinde şöyle yazmış;
“Urfa’da göç ettirilen- göç eden kimselerle ilgili sağlam veriler yoktur. Urfa daha çok, tehcirin deltası konumundadır, burada insanlar toplanır. Ancak “ortada kalmış”ya da “bırakılmış”pek çok Ermeni’nin evlatlık olarak alındığı bilinmektedir! Evlatlıklara , Urfa’da “besleme” deniliyor ve beslemelerin kız çocuğu olmasına dikkat ediliyor. Kız çocukları belli bir yaştan sonra temizlik işlerinden evdeki yemeğe kadar pek çok işe koşturuyor. Ermeni Tehciri sonrasında Kürdistan ise ıssız kalmıştır; Diyarbakır’dan 20 bin, Erzurum’dan 5. 500, Maraş’tan 8. 845 ve en büyük kafile olarak Sıvas’tan 136 bin kişi göç etmiştir.”
Urfahaber adlı internet sitesinde köşe yazarı olan Bermal Melik, “Tehcir çocuğu Babaannem” adlı yazısında şöyle demiş;
“Dedem evlidir ve çocukları da vardır, ama ikinci eş getirmek istemektedir. Karısı, eşinin bu konuda kararlı olduğunu görür. Kocasının kendisine yeni eş olarak güçlü bir aşiretten, bir ağa kızı getirirse, malum kadınca mücadelesinde gücünü kaybedeceği endişesiyle eşine evlerindeki büyütme diye niteledikleri on dört yaşındaki Fatma’yı kuma olarak getirmesini teklif eder. Büyütme Fatma’nın tercih gibi bir lüksü yoktur zaten. Babaannem, baba olarak gördüğü insanla evlenmek zorunda kalır. Babaannemle aynı odayı paylaşırdım. Eşinden hiç bahsetmezdi, hatta adını bile telaffuz etmemeye gayret ederdi.”
Yazar Bekir Coşkun, kendi köşesinde yazdığı “Benim Ermenim” adlı yazısında şöyle der;
“Annemiz öldükten sonra devlet memuru olan babam, atının arkasına beni ve kız kardeşimi alıp anneannemize götürdü… Urfa’ya yakın Tülmen’in bağları içindeki o büyük evde anneannemiz bizi karşıladı… Çocukluk anıları silinmiş olsa bile, onun bize çok özen gösterdiğini hatırlıyorum. Anneannemiz o büyük evdeki teyzelerime, öbür kadınlara benzemezdi… Uzun boyu, incecik bedeni, sarı saçları, çakır gözleri vardı, adı Ümmühan’dı… Bütün aile ona saygı duyar, bütün aile onu severdi. Ona danışılır, görüşü alınırdı…Özellikle sert yapılı ve çok okumuş babamın ona duyduğu güven ve saygı dikkatimi çekerdi.
Biz büyüdük… Büyüdükçe onun asıl anneannemiz olmadığını, anneannemizin öldüğünü, onun sonradan oraya geldiğini öğrendik… O bir Ermeni kızıydı… Dedem onu Fırat Havzası içinden, Suriye’ye sevk edilen (tehcir), yer yer yok olan Ermeni kafileleri içinden alıp evlenmişti…”
Urfa sıra gecelerinde veya arkadaş sohbetlerinde, söz konusu olan gayri Müslimlerse bir şekliyle mutlaka Vanes’i anmadan geçmezler. Yaşı ellinin üzerinde olan her Urfalının, Vanes’le ilgili mutlaka bir anekdotu vardır.
Gece Kitaplığı’ndan çıkan, “Ax Urfam Seni Kimlere Anlatsam” adlı kitapta Vanes’le ilgili şöyle yazar;
“Urfa’da tanınmış olan Ermeni asıllı Vanes’in dönemin doktoru olduğunu, çocukken yakalandığım bir hastalıktan dolayı babam beni Vanes’e götürmüş, onun sayesinde sağlığıma kavuşmuştum. O, yanına gelen hastalardan hiç maddi talepte bulunmazdı. Nalbantlık mesleği ile geçimini sağlıyordu… Karşılaştığım tüm yaşlı ve orta yaşlılara, Vanes’le ilgili sorular sormaya başladım. Herkes bir şeyler biliyordu, anlatırken hayranlıklarını gizlemiyorlardı. Sohbet arasında, ‘Çok iyi bir insandı ama ne yazık ki Ermeni’ydi’ diyen önyargılı insanlara da rastladım. Peki, Vanes kimdir?
Asıl adı: Ohannes Moripek. 1890- 1970 yılları arasında yaşamış olabileceği tahmin ediliyor. Vanes, Çanakkale savaşında ‘Sıhhıye Onbaşısı’ olarak Atatürk’le birlikte cephede savaşmış… 5 çocuğu var. Kevork, Ağop adlı oğlu, Xatun, Siranuş ve Bağdasev adlı kızları var. Vanes’in oğlu Kevork ile torunu Aram, Almanya’da yaşıyor. Kızı Siranuş (hayranuş) ise Kanada’da yaşıyor.
Vanes hayatta iken çocukları İstanbul’a göç etmişti. Uzun yıllar Urfa’da tek başına kalıyordu. Urfa’yı çok seviyordu, Urfalılarda onu seviyordu. Çocuklarının ısrarına rağmen Urfa’da yaşamayı tercih ediyordu… Hayatının son günlerinde, çocuklarını görmek için İstanbul’a gider. Gidiş o gidiş, ne kadar kaldığı bilinmiyor, orada vefat ediyor. Vanes, ölümü halinde Urfa’ya gömülmesini vasiyet etmişti ama çocukları bu vasiyeti yerine getirmeyip onu İstanbul’da defnederler.” …….
DEVAM EDECEK
Cemal Babaoğlu
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve www.habersanliurfa.net 'in editöryal politikasını yansıtmayabilir.