1867 yazının, yüzyıllar sonra dahi hatırlanacak çok tutkulu bir hikaye için milat olacağını kimse tahmin etmezdi…
İSTANBUL çocukların uyuduğu, kuşlarınsa güneşin doğuşuyla şakımaya başladığı bir güne uyandı.
Simitçi, sopasına simitlerini takmış, Cağaloğlu yokuşundan aşağı evlere seslenerek salınırken,
imparatorluk, tüm ihtişamıyla yüzyıllardır olduğu gibi şehrin siluetini selamlıyordu.
Amma velakin dönemin padişahı ABDÜLÂZİZ sarayda değildi, hatta İSTANBUL ’da bile değildi.
Alışılmamış bir hal. Çünkü imparatorlukta padişah tahtında değilse seferde demekti. Ancak bu kez padişah seferde değildi.
Üçüncü Napoleon ve eşi imparatoriçe Eugenie, uluslararası bir sergi için davet ettikleri Osmanlı İmparatoru Sultan Abdülâziz’i Paris’te ağırlıyorlardı.
Bu önemli bir ziyaretti çünkü Sultan Abdülâziz, sefer dışında sırf ziyaret için ülke dışına çıkan ilk ve son imparator olarak tarihe geçti.
Ancak tarihe geçen sadece bu değildi. Kaynaklar der ki Boğaz’ın sularına gizlenen aşk, Paris’te, o sergide başlamıştı bile...
Bu karşılaşmanın üzerinden 2 yaz, 2 kış, 2 sonbahar, 2 ilkbahar geçti. Sultan Abdülâziz, o porselen yüzlü, ceylan bakışlı Eugenie’yi unutmadı. Eugenie de o heybetli Osmanlı padişahını…
Şairin dediği gibi, aşk ve tutku varsa zaman bile önlerinde duramaz. Kader ağlarını aşıkları korumak için ilmek ilmek örer.
Öyle de oldu. Süveyş Kanalı’nın açılışına İmparatoriçe Eugenie de davetliydi. Mısır’a gemiyle giderken İSTANBUL a Abdülâziz’in yanına uğradı.
Şehre ayak bastığında maviliklerde kanat çırpan kuşlar, Abdülâziz’in yüreğinde de pır pır ediyordu.
İmparatoriçe Eugenie, Boğaz’ın şaşaalı ama mağrur bekçisi Beylerbeyi Sarayı’na ayak bastığında, Sultan Abdülâziz de Dolmabahçe Sarayı’ndan saltanat kayığıyla saraya gelmişti bile.
Hediyeler ardı ardına gelmişti ancak Abdülâziz’in gecelik entarisi yapılması için Eugenie’ye hediye ettiği şal çoktan şehrin tüm sokaklarında fısıltıların ana konusu olmuştu bile.
Tarih der ki Eugenie ve Sultan Abdülâziz o geceyi birlikte geçirdi. Başbaşa. İki aşık, 2 yıllık maceranın sonunda İSTANBUL ’da kavuşmuştu.
Söylentiler durmadı, Sultan Abdülâziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan, haremi ziyaret eden Eugenie’ye “Memleketine dön, senin kocan yok mu!” diye bağıracak kadar hem de...
Hikaye mutlu sonla bitmedi tabiki... Aşıkların yüzleri bir daha gülmedi... Abdülâziz tahttan indirildi, ÖLDÜRÜLDÜ..
Üçüncü Napoleon, eşi EUGENİE ile SÜRGÜNE gönderildi. Bu kırık hikaye akıllarda hep bir soru işaretiyle kaldı ta ki…
Ta ki tarihçi Murat Bardakçı’nın, yazısında da belirttiği gibi İspanyol Kültür Merkezi “Cervantes Enstitüsü”nün Müdürü Pablo Martin Asuero’nun yayınladığı “Mavi Sütunlu Saray” kitabına kadar.
Bu kitapta hikaye doğrulandı, tarih sayfalarında soru işaretleri silinerek acı bir hatıra olarak yer aldı.
Sürgünle birlikte Fransa’ya gidemeyen Eugenie, 40 küsur yıl aradan sonra İstanbul’a yeniden geldi.
Padişah Sultan Reşad’a, Abdülâziz’in oğlu Yusuf İzzettin Efendi’yi görme talebini iletti...
Bu, küllenen aşkına hem yeniden bir “merhaba”, hem de “elveda” demekti.
Bu aşktan geriye bir de tarif kaldı bize hatıra “Hünkar beğendi”...
Hünkar beğendi yemeğinin temelinde Eugenie ile Sultan Abdülâziz’in hüzünlü ve buruk aşk hikayesi vardır.
Burada iki farklı söylenti var...
Birincisi, İmparatoriçe Eugenie İstanbul’a geldiğinde aşçısını da beraberinde getirmişti.
Aşçısı matbahta (mutfakta) beşamel sos hazırlarken, Osmanlı aşçısının dikkatini çekti ve Osmanlı aşçısı beşamel sosa közlenmiş patlıcan katarak bir deneme yaptı.
Üstüne imparatorluğun tarih boyunca pek sevdiği eti de ekledi ve padişaha sundu. Padişah yemeği çok sevdiğinden, yemeğin adı hünkar beğendi oldu.
İkinci rivayet ise şöyle;
Eugenie’nin Konstantiniyye’ye gelişi onuruna bir davet vermeye hazırlanan Sultan Abdülâziz, heyecan içinde hazırlanan yemekleri bir türlü beğenmez.
En sonunda Sultan’ın beğendiği bir yemeğin hazırlığına girişen aşçılar, hünkarın beğenisini kazanınca yemeğin adını hünkar beğendi koydu.
Yemeği Eugenie de o kadar beğenmiş ki, tarifini de beraberinde götürdüğü söylenir...