Küçük bir otomobilin sığabildiği, dar sokaklardan oluşan bir mahallede yani Beykapısı’ ında oturuyorduk. Sokağımızın iki tarafında, sırt sırta vermiş tek katlı taş binalar vardı. Bu mahallenin en büyük ve gösterişli evi bizimdi. Sokaktaki büyük ve süslü kapı, içerisinin daha da gösterişli olabileceğini hatırlatıyordu. İki parçadan meydana gelen kapımız açılınca, içeriye heybeleri dolu bir deve rahatça sığabiliyordu.Günlük giriş çıkışlarımızda büyük kapııı açmıyorduk. Büyük kapının alt kısmında küçük yuvarlak bir kapı vardı. Bu kapılara halk arasında “ enikli kapı” denirdi. Eve yük ve büyük eşya gelince, büyük kapıyı kullanırdık.Kapıdan içeriye girdiğimizde , misafirler için özel bir bölüm vardı. Bu bölümde misafirlerin ağırlandığı, gece yatırıldığı geniş bir oda vardı.Ayrıca , misafirlerin binek hayvanlarının kalacağı bir bölüm, kuyu ve tuvalette vardı. Buraya “ çıharı heyat” deniyordu. Yani evin “ selamlık” bölümü gibi kullanılırdı. Buradan ayrı bir kapı ile ev halkının yaşadığı, çok odalı ve mutfağın bulunduğu” haremlik” bölümüne geçilirdi.Eve gelen misafirler, bu “ dışarı heyatta” ağırlanırdı.Bu misafirhanede günde 15-20 kişiye yemek veren babam için "sofrası açık" ifadesi kullanılırdı. Küçük yerlerde insanların iyi özelliklerinden en önemlisi misafirlerin iyi ağırlanmasıydı.
Çocukluk anılarımı süsleyen bu anılarım, babamın varlıklı bir insan olduğunu anlatıyordu.
Mutlu günlerimizin sayısının, babamın hastalanması ile giderek azaldığını, ölümüyle de bütünü ile bittiğini hatırlıyorum. Artık, evimizde misafir ağırlamayı düşünmem mümkün değildi. Çünkü, kendimizi zor geçindiriyorduk. Annem: Babasız kalan sekiz çocuğu doyurmak için, büyük bir mücadele veriyordu. Bağımızdan topladığımız üzümleri kurutup pekmez,pestil yaparak hem kışlık yiyeceğimizi hazırlıyor, hem de satarak geçimimizi sağlıyorduk
Üzüm tiyeklerinin( tevek ya da kütük) dallarını da, kışın odun olarak yakmak için balya yapıp, eşek sırtında eve getiriyorduk.
Ablalarımın dikiş dikmesi ile bütçemiz biraz daha rahatlıyordu.
Henüz on bir yaşındaydım. Babamın ölümü ile okul masraflarımı karşılayacak kimsenin de kalmadığını düşünüyordum. Ailemin geçimine katkıda bulunamadığım için üzülüyordum. Korktuğum başıma gelmişti. Çünkü okulu bırakıp babamın dükkânındaki ortağımızın yanında duracak, sözüm ona malımıza sahip olacaktım.
Dükkânımız canlı hayvanların satıldığı yere yakın olduğu için "Koyun Pazarı" denilen çarşının işlek yerindeydi. Dükkânın arka bölümünde, boşalan sandıkları koyduğumuz bir depo vardı. Ön tarafta, yerden 60- 70 cm yükseklikte tahtadan mavi boyalı sandıklar diziliydi. Sandıklara kuru fasulye, nohut, pirinç gibi kuru yiyecekler koyarak, dükkân zenginleştirilirdi. Duvardaki camlı bölmelere, toz şeker kesme şeker ve tadını asla unutmadığım badem biçiminde yeşil renkli limonlu şekerler konulur, dükkâna ayrı bir hava verilirdi. En önde, sebze ve meyvelerin konulduğu ağaç dallarından örülmüş sepetler(taylıh) vardı. Meyveleri, yazın gölgede 45 dereceye ulaşan Urfa sıcağında satmak bir şans işiydi. Sabah saatlerinde satış yapabilirsek, o günü şanslı sayıyorduk.
Çünkü , sıcak havada, akşama kadar satılmayan meyve ve sebzeleri , koruyacak ne bir buzdolabı, ne de serin bir ortam vardı. Bizim için zarar olan bu çürümüş meyveler, sinekler için bir ziyafet oluyordu.
Dükkânımızın sağ köşesine döndüğümüzde, sadece et satılan "Kasap Pazarı" dediğimiz kapalı bir çarşı vardı. Bu çarşının kapısında, sokak kedileri ve köpeklerinin sayısını saymak mümkün değildi. Kasapların attıkları et artıklarını, yiyerek geçiniyorlardı. Sineklerin fazlalaşmasının bir sebebi de "Kasap Pazarı" idi. Sokaktan geçen çocukların çapaklanmış gözlerine, üç beş sinek aynı anda konuyordu. Bütün bu olumsuz çevre faktörleri, Trahom denilen göz hastalığının yayılmasını kolaylaştırılıyordu. Bulaşmayı önlemek için, Trahomlu çocuklar ayrı okula gönderilerek diğer öğrenciler korunmaya çalışılıyordu. Okula giden çocuklar, bu ayrımı biliyor ve üzülüyorlardı. Sağlık Müdürlüğü,’’ göz dispanserleri’’ açarak ücretsiz ilaçlama yapıyordu. Okullarda da,’’ sağlık memurları’’ her gün göz ilaçlaması için sınıflara giriyordu. Bu çalışmalar tedavi yöntemiydi. Koruma için kararlı bir çalışma yoktu. Hani derler ya” çaresizlik insana, çareler üretir” Urfa’ daki bu koruma yöntemlerini yeterli bulmayanların ürettiği ilginç bir proje hayata geçirilir.O zamanlar pek anlam veremediğim bir koruma yöntemini hatırlayarak, bu uygulamayı başlatan Dr. Hasan Basri Bey'in pratik buluşunun önemini daha iyi anlıyorum.Böyle bir uygulamanın, hayatımı değiştiren bir olay olduğunu düşündüğümde de hem gülüyor, hem de, aklımdan çıkaramıyorum.
Okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Arkadaşlarımın büyük bir kısmı, okul hazırlığını tamamlamak üzereydi. Yüreğimdeki burukluk giderek artıyordu. Çünkü okula gidemeyecektim. Oysa; okumayı ne kadar da çok istiyordum. On beş yirmi liram olsa her şey halledilecekti. Bir ceket, bir pantolon, bir şapka bir de defter ve kitaplarım. Ama bu parayı nereden ve nasıl bulacaktım?
Bir sabah erkenden dükkâna geldim.
Yerleri silip süpürdüm. Vitrin camlarının tozunu alıp, henüz yerime oturmuştum ki, ortağımız Mehmet Amca geldi. Beni sigara almak için, köşedeki bakkala gönderdi. Dükkânda oturmaktansa, ayak işlerini yapmak daha çok hoşuma gidiyordu. Bu teklifi kabul edip, hızla dükkândan ayrıldım. Köşeye geldiğimde, koltuk değnekli bir adam,yanındaki resmi kıyafetli adamın:,Yavaş sesle okuduğu duyuruyu,gücü yettiği kadar,yüksek sesle (herkesin duyabileceği bir sesle) tekrarlayarak okuduğunu gördüm.Bu iki kişi de resmi kıyafetli belediye personeliydi.1955-1956 yıllarda hoparlör olmadığı için,halkın duyması gereken bildirimleri, belediyenin görevli “tellalları”,şehrin önemli yerlerinde, yüksek sesle okuyarak herkese duyururlardı.Bugün de önemli bir duyuruyu ‘’Kasap Pazarı’ ve ‘’Koyun Pazarı’nın birleştiği yerde , okuyarak duyuruyorlardı. Etrafa toplanan insanlar arasına karışarak; dinlemeye başladım.
Bağıran koltuk değnekli adam, belediyenin kadrolu tellalıydı. . Topal Ahmet Amca gücünün yettiği kadar bağırıyordu
Eşidin baylar! (lütfen dinleyin) bu günden itibaren, en geç bir hafta içinde’’ fak’’(sinek tuzağı) alacaksınız!
Faka giren sineklerin kilosu belediyeye 30 bin liradan satılacak. Paralar aynı gün ödenecek.
Fak almayan, sinek mücadelesine katılmayanlara ceza verilecekti.
Büyüklerin arasında duyduğum bu sesle birlikte, bütün beyin hücrelerimin harekete geçtiğini fark ettim. 15-20 bin liralık bir gelir kaynağını, sürpriz bir anda yakaladım diye, çok heyecanlandım. Artık okula gidebilme şansım vardı.
Mehmet Amca'nın istediği sigarayı alıp dükkâna döndüm. Topal Ahmet Amca’ nın sözlerini ve cezayı söyledim.
“Mehmet Amca bu fakı hemen alalım. Çünkü hem sineklerden kurtulur, hem de ceza almayız”.dedim.
Mehmet Amca’ya
‘’Ben şimdi gider,alırım’’ deyince ; bana koşmamamı ve parayı kaybetmememi söyledi.
Parayı cebime koydum.Fak satılan tenekeci dükkanı bizm dükkana çok yakındı.Duyuruyunun etkisi ile dükkanın önü epeyce kalabalıktı.Biraz bekledikten sonra ,fakı alıp dükkana geldim.Sinek fakı: Silindir şeklinde telden yapılmıştı.Bu silindir,yemek tabağı büyüklüğünde,bir tabağın üstüne oturtulmuş,içinde telden ‘’huni’’ şeklinde ikinci bir bölüm vardı.Fakın altındaki tabağa bal,pekmez gibi sinekleri cezbeden, tatlı bir yiyecek konuyordu.Tatlı için tabağa gelen sinek, telden girince bir daha çıkamıyordu.Çıkmak için çabalasa da ikinci tel tuzağında kalıyordu.Hemen fakımızı kurduk.Tabağa pekmezi koyduk.Mehmet Amca ile birlikte ,sineklerin tuzağa nasıl düşeceğini gözlemeye başladık.
Biraz sonra, meyve ve sebze sandıklarının üzerindeki sinekler, kısa bir süre sonra, pekmez dolu tabağa hücum etti. Kısa sürede ,silindir telin etrafında siyah bir sinek halkası oluştu. Sineklerin bir kısmı ters huniden içeri giriyordu. Çıkmak isteyince de tel silindirin içinde kalıyorlardı. Bir saat sonra, iki üç santimetre kalınlığında ölü sinek birikti.Çevresinde sineklerin uçuştuğu faka, dikkatle bakıyordum. Bir kilo olması için kaç gün bekleyecektim? Okulun açılmasına az bir zaman kaldığı için, bu parayı , çok sinek yakalayıp,hemen kazanmam gerekiyordu.
O günlere döndüğümde, dünyanın en ilginç, belki de benzeri olmayan bir ticaretin mucidi olduğumu, gülerek hatırlarım. Çocukların yaşlarına göre ne kadar parlak düşünceler üretebileceğini de düşünmeden edemem.
Bizim aldığımız sinek fakından, bütün dükkânlar almıştı. Bu düşünce, beni ilk ticaretimin uygulamasına yöneltmişti. Sinek fakı çarşı esnafını mutlu etmişti. Çünkü sinekler azalmaya başladığından, satışlarda artmıştı. Fakat hiçbiri benim düşündüklerimi düşünmüyordu.
Çarşıdaki dükkânları birer birer dolaşarak, dükkanlardaki çıraklara,faka giren sinekleri satın almak İstediğimi söyledim.Sinek miktarını da göz kararı ile 5 kuruş ya da, 10 kuruşa alabileceğimi söyledim. Bu iş, umduğumdan daha iyi başladı. Herkes sineği bana vermek için, dükkâna geliyordu. Ben de arka depodaki on litrelik cam kavanoza boşaltıyordum. Heyecanım giderek artıyordu. Çünkü kavanoza baktığımda sinek seviyesinin yükseldiği gözlüyordum. Bazen sinekleri kavanoza koyarken, yarı ölmüş sinekler uçabiliyordu. Bunu da çocuk aklımla değişik bir yöntem uygulayarak başardım. Sinek fakını alıp, yakındaki camide küçük balıkların gezdiği bir suya daldırıyordum. Suya batan sinekler boğuluyordu. Böylece uçan sineklerle zarara uğramıyordum. Uyguladığım alım-satım işi ile kavanozumu üç dört günde doldurdum.
Sinekleri büyük bir kese kâğıdına koyup tarttım. Yine umudum kaybolmuştu. Geçen süre içinde sinekler kurumuş böylece hafiflemişti. Tartılan sinek ancak 350 gram geliyordu. Fakat aklıma koyduğumu yapmalıydım. Kavanozu büyük bir kâğıt üzerine döktüm. Bir sopanın ucu ile dağıtarak yaymaya çalıştım. Bu arada kokuşan sinek kokuları beni bunaltıyordu. Ama bu bir ticaretti, zorlukları da vardı. Büyüklerden gördüğüm bir usulle, “tütün tavlama” yöntemi ileağzıma su doldurdum. Sineklerin üzerine ağzımdaki suyu püskürterek,, sinekleri ıslatmaya çalıştım. Dedem tütün tavlarken bu yöntemi uyguluyordu.Aklımda kalan bu yöntemi ticaretin ‘’püf noktası’’ olarak kullanmak istiyordum
Sinekler ıslanınca ,ağırlığı artarak eski ağırlığına gelmişti.Sinekleri yaş alıyordum.Kuru satarsam zarar edecektim.Bu nedenle sinekleri ıslatma gereğini duydum.Kuruyunca ağırlığı azalıyordu.. Sinekler ıslanınca iç içe geçirdiğim iki kese kâğıdına koydum.
Yaptığım işi başarmamın mutluluğu ile belediyenin önüne geldim. Sinekleri kime satacağımı öğrenmek için, sağa sola bakındım. Belediye bekçisi "Bekçi Bako" elimden tutarak beni doktorun yanına çıkardı. Beni göstererek:
‘’Bu çocuk sinek satmak istiyor’’dedi. Doktor beni bir süre gözledi. Elimdeki büyük paketi görünce, yüzünde farklı bir tebessüm belirdi. Çünkü, ülkesinin önemli bir sorununa, bir hekim olarak çare bulduğu için seviniyordu. Bu ilkel mücadele yöntemi ile, özellikle çocukları hastalıklardan korumak için,büyük bir çaba sarfediyordu.
‘’Aferin oğlum! Daha çok sinek getir. Daha çok para al dedi.’’
Sineklerim tartıldı. Küçük bir kâğıda ağırlığı yazıldı. Aynı anda tuvalete döküldü. Ben elimdeki kâğıtla 450 gram gelen sinek için, 12 bin liramı aldım. Bu ilginç ticaretten kazandığım parayı, okul ihtiyaçları için harcadım. Artık ben de ortaokul öğrencisi olarak, bir daha bırakmamak üzere okuluma başladım. Zor bir yaşam mücadelesi vererek, üniversiteyi bitirdim.Yüksek orman mühendisi olarak ülkemin birçok yerinde görev yaptım.Kısa süreliğine Urfa’ya atandığımda ; ağaçlandırma yapmak istesem de bürokratik engellerle karşılaştım. Fakat sinek parası ile aldığım, üç tarafı fermuarlı kahverengi okul çantamı o günlerin anısı olarak saklarım. Bu arada yıllar önce öldürdüğüm binlerce sinekten özür diler gibi, en olumsuz ortamda bile gördüğüm bir sineği öldürmemeye özen gösteririm.
Edibe Aydın( Kahya)15/01/2019
Yaşanmış bir olayı sizlere aktarmama vesile olan Dayım İsmet Yeşilçimen’ e teşekkür ediyor, sağlıklı bir ömür diliyorum.