Baharı çağrıştıran bir günde, güzel cümleler kurmak, şiir tadında bir günaydın demek isterdim. Ama mevcut fotoğraf ne günaydın demeyi, ne de baharı çağrıştıran günü görmeyi mümkün kılıyor. Kahvaltı bile zor geliyor artık.
Neye üzüleyim, neyi kafama takayım,bilemiyorum. Gelen ölüm haberlerine mi üzüleyim, yoksa binlerce insanın bilinmezliğe sürüklenmesine mi?
Yoksa buna sebep olan zavallılara mı üzüleyim?
Bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum.
Tam bir umutsuzluk vakası benimkisi.
…
Bu sabah mutfakta akşamdan kalma elmayı ısırdığımda ağzıma beyaz kısmının altında çürüyen kısmı gelince, hemen olduğu gibi çıkardım.
Uzun uzun elmaya baktım, inceledim, dış kabuğunun canlılığına baktım. Ne kadar yanılmışım. Dışı müthiş iyi görünüyor ama içi çekirdekten başlayarak çürümüş bir halde dışa doğru ilerliyormuş.
Way limi nê!
Demek ki insan dışa aldanmayacak. Çünkü iç çürüdü mü, dışının bir önemi ve tadı kalmıyor. Önemli olan içten çürümeme.
Bu nedenle elma alırken hep tetikte olurum. Acaba dıştan içe doğru bir iz var mı diye bakar, bakar dururum. Ama hiçbir zaman da izi yakalayamam, içten çürümeyi göremem.
Neyse mesele açık ve net. Bir elma içten çürümüşse, yenilecek hal kalmamıştır. Tek yapılması gereken çöpe atmaktır. Doğada çürüyüp, yeşermesi de mümkün değildir. Çünkü önce tohumu çürümüştür. Yani geri dönüşü olmayan bir yoldadır.
Çürüme bütün benliğini saracak, bütün hücreleri ölecektir. Kurtulma imkansızdır.
Oysa dış kabukta başlayan bir çürümenin atılıp, geri kalanla idare etme, tohumunu yeşertme imkanı vardır.
Ama içten çürümeyle idare etme yolu yoktur.
İnsan da öyle değil midir?
İçi habisli olanın, kurtulma umudu ne kadardır, düşünün artık.
…
Dün uzuktan gelen bir dostla tanıştım. Birbirimizi hiç görmemiştik, tanımıyorduk. Biraz geciktim, bildiğim yolları şaşırdım ve metro inşaatı nedeniyle olmam gereken saatte, denilen mekana ulaşamadım. Özür dilesem bile nafile. Zamanından çaldım, kısa bir zaman dilimi de olsa güvensiz bir izlenim verdim.
Bu atmosferde merhabalaştık, iki tanıdık gibi oturduk.
Zaman kıttı, vakit gece yarısıydı.
Bu nedenle sözcüklerde tasarruf ettik sanırım. İki müthiş kavram beni kendime getirdi. Biri uzaktan gelen dost ‘Kentler İstif merkezi’ diye bir cümle kurdu. Müthiş bir tespit dedim kendi kendime. Bir an düşündüm, son dört yılı. İstiflenen hayatlar gözlerimde canlandı. Kendimi bir çuval gibi gördüm, istiflenen bir yük misali kentlerin varoşlarında, eskimiş köşelerinde buldum kendimi.
Sonuç savrulmuş dört yıl, istiflenmiş dokuz ay, preslenmiş bir yaşam kesiti.
“İnsanın çıldırma hakkı” bile yok diyor sevgili dost. Evet gerçekten öyle, insan bazen tıkanıyor, bağırmak istiyor, isyan edesi geliyor.
Ama bu bile mümkün değil.
Her şey sus pus. Preslenmiş, istiflenmiş bir halde.
….
Dört yıldır bize küsen, hayatın olumsuz enerjisinden etkilenen ve toprakta mahsur kalan çiçeğimiz nihayetinde bir döl vermeye başladı.
Tam dört yıldır bekliyorduk. Ama çiçeğimiz inadına bekledi, olanları görüyormuşçasına dölünü gün ışığına ulaştırmadı.
Oysa yılda birkaç kez filizlenirdi çiçeğimiz. Hatta onlarca kişiye filiz verdik, döllerini başka saksılarda yeşerttik.
Ama dört yıl önce hayatımızın alabora olması sanırım, en çok çiçeği vurdu.
Sustu, büyümesini durdurdu, yeşilliğini korudu ama beklemeye başladı.
Bekledi.
Bekledi.
Ta ki üç gün öncesine kadar.
Bu gün biraz daha belirginleşti artık. Güneşle buluşan yeni filiz, boy vermek için büyüme moduna geçmiş durumda.
İnsan bunca ateş ve ölüm dalgası altında, bu filizlenmeyi önemsiyor, umut bağlıyor. Bir an unutmak, her şeyi silmek istiyor.
Ama silmenin, unutmanın mümkün olmadığını da biliyor.
…
Acıları hissediyorum, çünkü insanım. Acıları bastırmak da çözüm değil, mesele acılara sebep olan habisleri temizlemek, iyileştirmek.
Hepsi bu,
Lütfen içinizde ki insanı uyandırın…