bir oda yaptirdim yuceden yuce
icinde yatmadim uc gun uc gece
cifte kurbanlar kestirdim o gece
haydi guzelim gel beri
yesil bursanin dilberi
seni gorurler calarlar
vallahi oluram deli
BİR ODA YAPTIRDIM
HURMA DALINDAN..
Temelleri Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa’da atılan, kaba iskeleti Edirne’de ortaya çıkan ve özgün silüeti ile başkentler başkenti İstanbul’a Osmanlı şehri kimliği kazandıran geleneksel Türk evlerinin temel öğesi olan odalar; kullanım yoğunlu açısından -Urfa, Mardin, Diyarbakır ve Gaziantep gibi- büyük şehirlerin uzağında yer alan taşra şehirlerinin hayatlı taş evlerinde ikinci ve hatta üçüncü plana atılmıştır.
Odaların evin bütünü içindeki yeri ve kendi içindeki fonksiyonel çözümleri de, söz konusu geleneksel Türk evlerinden farklıdır. Odaların mekanın genel planı içindeki yerlerinin belirlenmesinde, hayatın günlük akışı kadar mevsim şartları da dikkate alınmıştır.
Fakat ne var ki, eve yüklenen yemek hazırlama, yeme, oturma, yatma, çalışma ve yıkanma, misafir ağırlama gibi işlevleri gerektiğinde kendi başına karşılıyabilmesi, odaları hayatlı taş evlerde de ön plana çıkarır.
Urfa’nın hayatlı taş evlerinde, evin genel tasarımı içinde geniş yer tutan kışlık odalar (Kış Oturacağı), havaların soğumaya başladığı Ekim ayı başından Nisan sonlarına kadar oturma, dinlenme, sohbet, yemek yeme, çalışma, eğlence ve yatma gibi eylemlerin gerçekleştiği birimdir. Bu yönüyle, eski Türklerin tek bölmeli taşınabilir yaşama mekanlarını (çadırları) hatırlatan hayatlı evlerin odaları, iç görünümü ile de keçe çadırlara benzer.
Genellikle dikdörtgen planlı olan odalara uzun kenarın bir ucunda yer alan kapıdan girilir.
Temel eylemlerin gerçekleştiği orta mekan, zemin kotundan 20-25 cm. kadar yüksektir; gedemeçten hem kot farkı hem de ahşap korkuluklarla ayrılır. Oda zemini çogunlukla kesme taş döşelidir, bazı evlerde zemin bir harçla sıvalıdır.
Tavan geleneksel Türk evlerindeki odalara nazaran hayli yüksektir ve çapraz tonoz örtülüdür. Oda ve eyvan tavanlarının çapraz tonoz örtü olarak tasarlanmış olması; komşu kültürlerden etkilenme, kolayca bulunabilen yapı malzemeleri, coğrafi ve doğal koşullar gibi nedenlerle açıklanamaz. Söz konusu nedenler önemli ölçüde etkili olmakla birlikte, asıl neden tasarımı yönlendiren temel düşüncedir.
Tarihimizin Ortasya çağlarında şekillenen bu düşünceye göre, “üstte gök, altta toprak” vardır.
Ev hem bütünü, hem de bölüm ve bölmeleriyle evrenin bir kopyasıdır. Keçe çadırın tünlüğü, cami ve mesçitlerin kubbeleri ve sabit mekanların tavanları eski Türk inanç sisteminde kutsal sayılan “gök” yüzünü simgeler.
Çapraz tonoz tavanların yükselliği ve ovalliği de büyük ölçüde bu düşüncenin ürünüdür.
Yüzyıllar öncesine dayanan bu düşünce etkisini, tavan kadar zeminde, duvarlarda ve pencerelerde de gösterir.
Oda zeminlerine hasır, kilim, halı, keçe gibi örtülerin renk ve desenleri hep doğaya ve doğaya analık eden toprağa verilen değerin ve duyulan özlemin yansımasıdır.
Hayatlı evlerin odalarını diğer oda tiplerinden ayıran bir diğer önemli öğe; yüklük görevini yapan duvara gömülü camhane ile camhanenin iki yanında yer alan kapaklı veya kapaksız dolap olarak kullanılan nişleridir. Söz konusu alanlar; giyim, kuşam, yatak, yorgan, yastık, yaygı, sergi, örtü ve benzeri eşyaları düzgün biçimde koruyup saklamak amacıyla kullanılır.
Zemin katta yer alan odalar dışa sağırdır. Avluya veya eyvana bakan pencereler zeminden 40-50 cm. kadar yüksektir ve sayıları odanın büyüklüğüne göre altı ile sekiz arasında değişir. Eyvana veya avluya bakan Pencerelerin dışı camlı ve demir korkuluklu, içi ise ahşap kapaklıdır ve kışlık odalarda (kış oturacağı) güneye, yazlık odalarda ise kuzeye bakar.
Evde ve dışarıda günlük hayatın başlayabilmesi için, geceye dair herşeyin ortadan kaldırılması gerekir. Kahvaltı sofrasının açılması için yer yataklarının toplanması, sofranın kaldırılması için aile bireylerinin kahvaltı yapması, odanın temizlenip havalandırılması için boşaltılması ve hepsinden önemlisi; geçim yükünü üstlenen aile reisinin ekonomik faaliyete zamanında katılması gerektiğini herkes bilir.
Bu kabul; “rızkın sabah dağıtıldığına” ve “sabahın şerrinin, akşamın hayrından daha hayırlı olduğuna” inanmak kadar, zamanın, mekanın ve hayat tarzının da gerektirdiği bir zorunluluktur. Aile fertlerinin oturup kalktıkları, yatıp uyudukları, yemek yedikleri ve hayatın pekçok olmazsa olmazını birlikte paylaştıkları bir odada, en ufak bir zamanlama hatasının, dengeleri altüst edeceği kesindir.
Evde yeni bir güne temizlikle başlanır.
Hayatlı evlerde çağdaş mekanlarda kullanılan banyo ve lavabodan söz edilemez. Tuvalet ve el-yüz yıkama gibi ihtiyaçları karşılamak için, farklı mekanlar, genellikle kapı aralığına yakın bir yere konulan ibrik, kova ve su curunları kullanılır.
GEDEMEÇ
Hayatlı taş evlerin özgün alanlarından biri de yerelde “gedemeç”, “geremeç” veya “eşık” diye adlandırılan eşikliktir. Eşiklik odanın dar kenarı boyunca uzanan, kapı kanadının eninde veya kapının kolayca açılıp kapanabileceği ölçülerde tasarlanır.
Gedemeç ayakkabıların çıkarıldığı, kova, küp, ibrik ve testi gibi su kapları ile ısıtma araçlarının konulduğu ve gusulhanesi bulunmayan evlerde banyo işlevi üstlenen çok amaçlı bir alandır. Bu alanı sınırlayan duvarda, çoğunlukla zeminden 80-100 cm. yükseklekte boy aynası, semaver, gazocağı, makas, tarak gibi eşyaların koyulduğu “camhane” ile, 30x40x30 cm boyutlarında, genellikle aydınlatma araç, gereçleri ile küçük ev aletlerinin koyulduğu iki niş yer alır. Bazı evlerde kapının tam karşısında ayakkabıların konulduğu, yerden 20-25 santimetre yüksekte 50X70 cm. boyutlarında bir niş daha bulunur.
Urfa Ağzı’ndan kullanılan gedemeç (ve/veya geremeç) ismi, Türkçe’nin Argu lehçesinde “içi oyulmuş tahta parçası” anlamına gelen “gadıh” ve Oğuz lehçesinde “kıyı, kenar” anlamında kullanılan “gıdıh” sözcüklerinin Türkiye Türkçesindeki “gedik”” şeklinde telaffuz edilen sıfattan türetilmiştir.
Geremeç sözcüğü, “ger” fiilinden türetilmiş bir isimdir. Yerel ev kültüründe “sabitlenmiş iki nokta arasına gerilmiş tel veya urgan, çamaşır ipi” anlamındadır. Söz konusu ipin esnemesini önlemek amacıyla kullanılan çatal ağızlı sopaya “geremeç ağacı” denilir.
EŞİK KÜLTÜRÜ
Türkler gerek Ortaasya, gerekse Anadolu’da yaşadıkları sabit mekanları, keçe çadırlarda şekillendirdikleri yaşam felsefelerine ve mekan geleneklerine göre düzenlerler.
Diğer bir deyişle; Türk evi başlangıçtan bu yana mekan örgütlenmesi açısından incelendiğinde, temel ilkelerin hemen hiç değişmediği görülür.
İnanç tarihimiz açısından bakıldığında da aynı değişmezliğe tanık oluruz. Şaman inancına göre yasak olan ve günah sayılan eylemlerin büyük bir bölümü İslamiyeti kabül ettikten sonra da geçerliliğin korur. Bir örnek vermek gerekirse; tarihimizin her döneminde ve mensup olduğumuz bütün inanç sistemlerinde çadır ve evlerinin eşikleri kutsal mekanlar arasında sayılır.
Eşiğe oturmak iyi sayılmaz; oturanın başına bir kötülük geleceği, iftiraya uğrayacağı ve çarpılacağı inancı da hayli yaygındır.
Yabancı birinin eşikte dikilmesi, ev sahibinin büyük bir felakete uğramasını istemek; eşiğe dokunması ise, ona önem vermemek anlamına gelir.
Evlerin, odaların ve çadırların eşiğine mavi boncuk, nal, kurt dişi gibi takıların bugün bile asılıyor olması, yüzyıllar öncesinden gelen inançların sonucudur.
İş ve yaşama mekanlarına sol ayakla girmenin uğursuzluk ve bir terslik getireceğine inanılır.
O yüzden eşiğe ilk sağ ayağın atılmasına dikkat edilir.