EVE AĞIT
Bizim de bir evimiz vardı...
Evlerimiz vardı tarihler yaşamış Urfa’da.
Şükrü Algın’ın mısralarına nakşettiği gibi: “hayadı mermer döşeli”ydi yer yer; “havuzu dört küpeli”, “kapısı hilal nakışlı” değildi ama, “odaları tonoz kemerli”ydi, “kabların üstüne kurulmuş gelin çardakları, yazlık eyvanları” vardı ve “duvarları kesme daştan”dı.
“Urfa’nın Hayatlı Taş Evleri”nden evimiz, evlerimiz oldu, değişik mahallelerde.
Biri şehrin şark cephesinde; Kamberiye Mahallesi’nde
Biri Urfa’nın tam merkezinde, şehrin göbeğinde: Hekimdede-Çataldaş'da.
Biri de İbrahim’in şehrinin garbında; Tılfındır Tepesi’nin sonsuzluğa bakan yamacında.
İlk ikisini göremeyeli yarım yüzyıl oldu neredeyse; şimdi nicedir halleri-ahvalleri bilemiyoruz.
Sonuncusu düşmüş kaleler gibiydi son uğradığımızda; zamana yenik düşmenin acısıyla öylesine yıkık ve öylesine yaralı; ama, inadına dimdik ayakta ve hala yerli yerinde...
Bir evimiz vardı; doğup büyüdüğümüz...
Bebekliğimizin ürkek, çocukluğumuzun haşarı, delikanlı yaşlarımızın erkek ve gençliğimizinn en uçarı yıllarını yaşadığımız hayatlı bir taş evimiz vardı;Yeni Mahalle’nin, Fırfırlı sokağında ve Fırfırlı Kilise’nin yanıbaşında.
Farkını farkedemediğimiz, bir ruhu olduğunu, yaşadığını ve yaşattığını düşünmediğimiz; malzemesi kesme taştan, toprak damlı, çifte yazlıklı ve çardaklı bir evimiz vardı Tılfındır Tepesi’nin Harran’a aşık eteklerinde,
Bebek ağıtlarımı, ninnilerimi.. çocuk çığlıklarımı.. türkülerimi.. gençlik şarkılarımı ve sevda şiirlerimi sessizce dinleyen bir evimiz vardı orada.
Yıllarca tek kelime dahi konuşmadığımız. Dertleşmediğimiz, halini ahvalini sormadığımız... Dertlerimiz ile dertlenen.. hastalarımızla inleyen, düğünlerimizde gülen, oynayan ve cenazelerimizde ağlayan, ipil ipil gözyaşları döken bir evimiz vardı.
Kışlık odasında babamın dünyaya merhaba dediği.. yazlık odasına anamın gelin geldiği.. çardağında ilk çığlığımı attığım.. tandırlığında sünnet yemeğim pişen, kirli esvaplarım yuyulan.. hamamında çocuklarımın yıkandığı ve hayatında torunlarımın oynadığı.. çift kapılı, kapıları çift çalacaklı, yüksek duvarlarla çevrili bir evimiz vardı ata-dede yadigarı.
İtiraf etmeliyiz ki; yıllar boyu dört duvardan ibaret bir barınak gözüyle baktık baba ocağımıza.Yalnız biz değil; dedemiz, ninemiz, babamız, anamız, amcamız, yengemiz; aklı ereni ve ermeyeni ile cemi cümlemiz farkını farketmedik yıllarca.
Bir ruhu olduğunu, yaşadığını ve yaşattığını anlamadık.
Oturup tek laf konuşmadık, dertleşmedik, “nasılsın, neyin var” diye sormadık. Dört duvardan ibaret bir sığınak gözüyle baktık yuvamıza.
Dört duvarı arasında bulduğumuz rahatı, huzuru ve güveni; şehre hakim konumu, yazlık ve oturacakları, geniş hayatı, eyvanı, sarnıcı, asması ve mahallenin en güzel evi oluşuna verdik.
Dört mevsim içimizi ısıtan sıcaklığını şehrin iklimine bağladık; serinliğini kırkikindi rüzgarlarından, olmazsa olmazlığını kendimizden bildik.
Tek kelime konuşmadık onunla.
Ağzını her açtığında, yumurta akıyla yoğrulmuş kül ve kireçle sıvayıverdik. Susturduk, anlayıp dinlemeden. Ötesinde berisinde oluşan çatlakları yılların yorgunluğundan zanettik. Kırığını,söküğünü ve döküğünü yamadık el yordamıyla. Bazan da kazma kürek yere indirdik çürüyen yanlarını.
Nasıl etkilenip değişeceğini hiç sorgulamadık.
Aklımız sıra yaralarını sardık, koruduk ve kolladık, onun bizi koruyup kolladığı gibi.
Gün oldu; bir oda kondurduk ciğerbağına.
Hayatının ortasındaki mermer havuzun yerini değiştirdik, çok yer tutuyor diye.
Bir gün ve hiç sebep yokken, ninemizle yaşıt koca asmayı çekip çıkardık kök saldığı topraktan.
Bir başka gün; yağmuru sızdırdı diye; direği, tahtayı, toprağı söküp attık damından; betonla kapatıverdik kendi gök kubbemizi.
Hiç dertleşmedik evimizle...
Etrafını çepeçevre kuşatan taş duvarlar neden bu kadar yüksekti ve neden ikiye bölmüşlerdi koca hayatı?
Neden düz ve topraktandı damlar ve neden bu kadar yüksekti tavanlar?
Kışlık odalarının pencereleri ve kapıları neden böylesine dardı ve neden hep güneye ve güneşe bakardı? Yazlığının pencereleri niçin daha büyüktü ve kuzeye dönüktü?
Kışın dondurucu soğuğunda bir avuç meşe kömürünün küllenen ateşi nasıl ısıtırdı içimizi? Kürsü başında, bir masalın büyüsüne kaptırıp çocuk ruhumuzu; nasıl tüketirdik upuzun geceleri?
Yaz günlerinde nereden eserdi serin rüzgarlar; kavurucu sıcaklar neden giremezdi duvarlardan içeri?
Dede, nine, baba, anne, amca, yenge ve biz tam on altı çocuk; toplam yirmiiki canı, nasıl sığdırırdı “hayat”ına?
Bitişik evlerde çok çocuklu kalabalık aileler yaşardı da, seslerini neden hiç duymazdık?
Neden “ev alma komşu al” derdi bü yüklerimiz.
“Komşuluk hakkı” neydi ve “komşu komşunun külü ne” niçin muhtaçtı? “Komşuda pişen” nasıl olurdu da “bize düşer”di? ıki kapı ötemizdeki insanların acılarını nasılda duyardık yüreğimizde?
Bayramlar, sünnetler, nişanlar, nikahlar, düğünler ve taziyeler neyin nesiydi?
Bizi böyle kaynaştıran hangi büyüydü?
Evi konuttan, komşuyu apartman sakininden, mahalleyi semtten ayıran incelikleri bir türlü bilemedik.
Ev dedik; iki harfli küçücük bir kelime gibi gördük.
Çok şey bulduğumuz ve herşeyimizin olduğu bu mekanlarda herşeye bedel öyle şeyler yitirdik ki farkına varmadan. Farkına vardıklarımızı ya zorla aldılar elimizden ya da çaldılar gizlice. Sağımızdan, solumuzdan, uzağımızdan, yakınımızdan, bizden ve bizim olan; ruhumuzun, beynimizin ve bedenimizin derinliklerine işlemiş; can gibi, kan gibi, hayat ve memat gibi “var” larımızın “yok” oluşlarına seyirci kaldık. Hatta utanmadan alkış tuttuk dakikalarca, saatlerce..
Nice yüz yılda gönlümüzce şekillendirdiğimiz evleri, bir yüz yılda yitirdik birer ikişer. Evlerimizi kaybettik, bizi biz yapan yurdumuzu, yuvamıızı kendi ellerimizle dağıttık. Evlerimizle birlikte şehirlerimizi; aşkı, muhabbeti, sevgiyi, sırayı, saygıyı ve insanca olan çok şeyi yitirdik
Babasının cenazesini taşıyacak dört dostu veya yakın arkadaşı; helallik verecek, iyi haline şahitlik edecek ve acısını paylaşacak komşuları olmayan insanlar oluvedik.
Merhabamızı karşılıksız bırakan tanıdık çehrelere, yanyana tırmandığımız yetmiş iki basamaklı merdivende iki kelime dahi konuşamadığımız apartman sakinlerine komşu demek zorunda kaldık; komşu lafını belki duyarız diye.
Evlerimizin bir ruhu olduğunu, yaşadığını, yaşattığını ve yaşatılması gerektiğini, yarım yüzyıl gecikmeyle de olsa, anladık ve anlatmaya karar verdik.
-Devam Edecek-
Yaşar Duru