HESTAVE DİYE BİR BİLGE ADAM.
Akçakale'de görev yaptığım yıllarda zaman zaman uğrar, illa ibretlik ve illa noksanımı giderecek ve yanlışımı düzeltecek arifane bir söz söyler ve giderdi.. Mekanı cennet olsun.
KARA ÜZÜM HEBBESİ
Tanıyan herkes gibi, "hestave" olarak bilirdim rahmetliyi. Oysa; dur durak tanımayan bu adamın adı, Mehmet Durak'tı. Soyadı da, Şerbetçi..
Mehmet Durak Şerbetçi...
Merhumun gerçek adını, ölüm haberini aldığı gün öğrendim. Gönlünden kaynayıp gözlerinden fışkıran sevgi pınarını ilk görüşümden seneler senel sonra farkedebildim.
O'nu 1950'li yılladan birinde; bir yaz gecesinin gündüzle buluşmak üzere olduğu saatlerde tanıdım. Gülümseyişiyle güzelleşen çehresini, o sıcak Urfa sabahının ilk ışıklarının aydınlığında gördüm ilk kez.
Şimdi; yani kırkbeş sene sonra, herhalde o yıllarda yaz geceleri şimdilere göre daha uzundu diyesim geliyor ama, bunun elbetteki mümkün olmadığını ve olamıyacağını düşünerek, aklımdan geçirdiklerime içten içe gülüyorum.
Yaz geceleri, 90'lı yıllarda olduğu gibi, 50'lerde de kısaydı; kaşla-göz arası akıp giderdi karanlık saatler. Gece ile gündüzün dönüşümü bugünlerden farksızdı tabi. Farklılık; "gün battı, Türk yattı" deyimindeki hikmette saklıydı.
Köy yerinde, karanlıkta oturacak halimiz yoktu elbet. Büyüklerimiz yatsı namazını kılar kılmaz yataklara uzanır ve uzanır uzanmaz da, tabi birazda günün yorgunluğunun etkisiyle, derin uykuya geçerdik. Taş gibi düştüğümüz yataktan, beş saatlik deliksiz ve rüyasız bir uykunun ardından, şafak sökmeden dipdiri kalkıverirdik.
Koca bir yaz, ilk güz yağmurları toprağa düşünceye kadar böyle geçerdi. Geçip giden yıllara yanmanın yararı yok ama, anmadan da yanmadan da edemiyor insan. Güzel günlerdi, güzel haftalar, güzel aylar ve güzel yıllardı yaşadıklarımız. Benim için çok hoş zamanlardı.
Bu duygu, şimdilerde aynı hoşluğun olmayacağının delili değil... İnsanın vuslatsız bir hasretle geriye bakışı sadece.. Eskilerin daüssıla, yeni neslin nostalji dedikleri şey bu galiba; acı fakat güzel. Güzelliği de bu yürek yakan acılığında gizli.
Uykumun son dakikalarına doğru, rahmetli dedemin bağın en uzak köşesinden yalım yalım yankılanan boğuk avazı ile uyanırdım. Gırtlaktan çıkan kavruk sesiyle bir ilahi okurdu:
"Ben melamet hırkasını, kendim giydim eynime
Ar u namus şişesini, taşa çaldım kime ne?"
"Kah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi
Kah inerim yeryüzüne seyreder alem beni.."
İlk iki beyti tamamlayıncaya kadar yataktan çıkmış, elimi-yüzümü sarnıçtan çektiğim serin su ile bir güzel yıkamış olurdum. Rahmetli nenemin yardımıyla cebeli sıbınımı giyinip, yün ipliğinden örme sapanımı kuşak niyetine belime bağlar ve yalın ayak dedemin sesinin yükseldiği yöne seğirtirdim.
Dedem kısa bir soluklanmanın ardından sesini bir oktav yükselderek, avazeyi Davut gibi salardı aleme:
"Sofular haram demişler aşkımın şarabına / Gam doldurur aşk içerim, günah benim kime ne?"
"Nesimi'ye demişler ki sen yarinle hoş musun? / Hoş olayım olmayayım, o yar bemi kime ne?"
Yanına vardığımda, ilahi de bitmiş olurdu; üzüm dolu taylıkların merkeplere yüklenmesi de. Sonra uzun süre tek kelimenin konuşulmadığı; ağustos böceklerinin musikisinden ve arada bir de dedemin "ben buradayım, sakın korkmayasın" anlamına gelen zoraki öksürüğünden başka sesin duyulmadığı uzun yürüyüşümüz başlardı.
Mersavi Kantarası'nı geçip düzlüğü çıktığımızda yeni bir ilahiye girerdik birlikte.
"Şu benim divane gönlüm / Yine hubdan huba düştü / Mah cemalin şulesinden / Çalkalandı göle düştü.."
Urfa'nın simgesi kabul edilen mancınıkların ve şehrin batı girişindeki Bediüzzaman Kabristanı'ndaki mezar taşlarının günün ilk ışıklarıyla renkten renge girdiği dakikalarda Hızmalı Köprü'ye yaklaşmış olurduk. Bir yanda gökyüzünü delercesine yükselen iki mancınık, öbür yanda bulundukları yerden parmak kaldırıp şahadet getiren mezar taşları..
Dedem bu manzara karşısında aşka gelir; hiç aklından çıkarmadığı ya da çıkaramadığı ölümü bir kez daha bütün gerçekliği ile hatırlayarak coşar; bir başka ilahiyi seslendirmeye başlardı.
"Ey Allahım sen var iken
Senin ismin Gaffar iken
Ayb örtücü Settar iken
Ya ben kime yalvarayım.."
Bir yaz boyu, haftanın altı günü ve her sabah, önceden belirlediğim işaretlerin yanından hemeh hemen aynı dakikalarda, aynı ilahinin de aynı dizelerini seslendirerek geçer giderdik. Yüzümüzü kıbleye çevirip Hızmalı Köprü'ye girdiğimizde; mezar hayatını hatırlar ve hatırlatırdık Yunus Emre'nin mısralarıyla:
"Altımızda taşlar batar
Üstümüzde otlar biter
Yılan akrep mesken tutar
Ya ben kime yalvarayım..."
O yıllarda Karakoyun Deresi, yaz-kış demeden dört mevsim çağıl çağıl çağıldardı.
Hemen her sabah ve yine Hızmalı Köprü'nün mezarlıkla kesiştiği noktada, yıkık bir mezarın yanından o iri yarı adam bütün heybetiyle doğrulup kalkar:
"-Allah'a Sofi!.. Allah'a!.. Allah'a!.." diye seslenirdi. Dedem sağ elini kalbinin üstüne bastırır;
"-Başka kimimiz var Hestave Kardaş!.. Başka kimimiz var ki.." diye karşılık verirdi.
Biz karakoyun ile Mezarlık arasındaki toprak yola koyulup ilerlerken, iriyarı adamın boğum sesi yükselirdi arkamızdan:
"Kara üzüm hebbesi
Göynüm sevmez herkezi..
Her çiçekten bal alır
Hestave divanesı.."
"Ölelim de görelım..
Ölmeden ne bılelım
Can da o canan da o
Cansız canı nedelım!.."
Bildiğim bütün şarkıları, türküleri, uzun havaları, mayaları, manileri, hoyratları, kasideleri, ilahileri, nefesleri, deyişleri, şiirleri ve ezgileri bir gün tamamen unutabilirim belki. Veya bazılarının sözleri ve ezgileri zamanla parça parça silinebilir hafıza defterimden.. Veya bazılarını ilk defa işittiğimi sanabilirim.. Fakat kolay kolay unutmayacağımı sandığım, daha doğrusu ölünceye dek unutmak istemediğim iki güzel ezgi ile çocukluğumun yaz sabahlarında biraz da ürpererek gözlerine baktığım o iriyarı adamı kolay kolay akıl ve gönül defterimden silebileceğimi zannetmiyorum.
"Kimdi o iri yarı adam?.. Kaç yıl yaşadı bu dünyada?.. Hakk'a yürüdüğünde kaç yaşındaydı?.." diye, sormayın; önemli değil çünkü. Çünkü bilmiyorum.. Kaldı ki uzaktan tanıyanlar ve yakından bilenler bir yana, eminim kendisi bile bilmiyordu ne zaman ve nerede doğduğunu? Kimden olduğundan ve kimin doğurduğundan da haberi yoktu büyük ihtimalle.
Ölü müydü; diri miydi?
Yaşıyor muydu; sürünüyor muydu? Veya bütün bunların farkında mıydı; bilmek de görmek de kolay değil.
Kimdi bu her sabah kolunda sepeti, omuzunda telsiz kırık sazı ile çarşı-pazar dolaşan adam? Bulduğu bir tırnaklı ekmeği kedilerle, köpeklerle ve kuşlarla paylaşan bu deli, bu divane, bu adam kimdi? Neyin nesiydi, kimin fesiydi?
Bir garip sarhoştu kimilerine göre. Sepetinde her an ya en ucuz cinsinden bir şişe şarap ya da mavi ispirto bulunurdu. Nevalesini toplayıp tamamlayınca bir gölge gibi sokak aralarından süzülerek geçer; soluğu ezeli ve ebedi mekan bildiği Bediüzzaman Kabristanı'nda alırdı.
Herkes her an sarhoş olduğuna inanırdı. Hatta sarhoşları kınamak için, 'Hestave' diye anarlardı.
Ben de öyle düşünenlerdendim,
Oysa sarhoş olan o değildi; yoldu, sokaktı.
Yanılan bendim, bizdik; onun sözleri doğruydu, haktı.
Çocuklar arkasına takılır, büyüklerinden duydukları çirkin sıfatlar ve yakıştırmalarla arkasından seslenir; bağırır, çağırır, yuhalar, alkışlarla tempo tutarlardı. Bazıları daha da ileri giderek ellerine geçirdikleri çürük meyve ve sebzeleri kafasına kafasına fırlatırlardı.
İriyarı adam pem fazla aldırmazdı kendini bilmezlerin yaptıklarına. Canı çok yandığında durur, omuz üstünden arkasına bakar ve acı acı gülümseyerek;
"-Allah ısleh etsın sızı" demekle yetinir ya da "yapmayın" diye diye yoluna devam ederdi.
O'nu 1950'li yılladan birinde; bir yaz gecesinin gündüzle buluşmak üzere olduğu saatlerde tanıdım. Gülümseyişiyle güzelleşen çehresini, o sıcak Urfa sabahının ilk ışıklarının aydınlığında gördüm ilk kez. Gözlerinden fışkıran sevgi pınarını seneler sonra farkettim. Ve geç kaldığımı anladım. O an yandım kaçırdığım fırsatlara. Adam diye aramızda dolaşanlara o an acıdım,
Bir gün ve yanılmıyorsam 27 Mayıs 1960 darbesini izleyen sonbaharın ilk günlerinden birinde, çilingir sofrasındaki boş şarap şişesini koklamış ve tiksinerek yüzümü buruşturmuştum. Rahmetli hiç beklemediğim bir şekilde bileğimden tutmuş:
"-Küçük Sofi!.. Dedeyın kohlamadığı şişeyi sen niye kohlisan? Hem kohlasay da ne aynarsan?" diyerek unutamadığım ilk dersimi vermişti.
Yedi yıl sonra Akçakale'de çıkıverdi karşıma.
İlçenin tek caddesinde gözgöze geldik. Sarhoş değildi ama, bir hoştu işte. Selamlaştık. Ben yoluma devam ederken, sağ bileğimi sımsıkı tuttuverdi birden.
"-Eğer bu dünyada her haram yiyip içen sarhoş olsaydı; inanın olsun küçük Sofi, ben onların arasında Ulu Camiin minarası kimin dimdik ayahta kalıradım vallahi!.."
Bu Urfa'nın divanesi Hestave'den aldığım ikinci dersti. Üçüncü dersimi de kısa bir süre sonra yine Akçakale'de ve yine ilçenin tek caddesinde aldım.
"-Sen heç aşık oldi mı hoca" diye sordu, bu kez sol bileğimi sımsıkı tutarak.
Cevabım başımı çevirip uzaklara bakmak ve iç geçirmek oldu.
"-Desene yavaş yavaş bışisen" deyip sırtımı sıvazladı ve yoluna devam etti.
Aynı soruyu, yine tam yedi yıl sonra, bir başka güzel adam sordu bana. "Ehl-i dil'in odağı rahmetli Fethi Gemuhluoğlu ağabeye cevabım ise; Mevlana'nın dilinden olmuş:
"Aşkest rahı peygamberima" diye mırıldanmıştım.
Yaşar Duru