Allaha sonsuz hamd ü senalar ve şükürler olsun ki o güzel günleri yaşadık ve o güzel insanların güzel alışkanlıklarına tanık olup dersler aldık!..
Yaşımız kaçtı; belki yedi, belki de sekiz; tam olarak hatırlamıyoruz.
Hatırladığımız; Ramazan ayının sıcak günlere denk geldiği yıllardan biriydi. Ki büyük ihtimalle 1950’li yılların ilk yarısı; 1953 veya 54’tü. Urfa’nın kavurucu sıcağına ragmen aile büyüklerimizin gözüne girmek, onlardan yürekten bir “aferin” için o yaşlarda oruç tutardık.
İftara yarım saat veya en fazla 45 dakika kala, komşu hakkı ya da bizde pişen ve komşuya düşen yemekler kalaylı bakır sahanlara doldurulmuş, kapakları kapatılmış ve bir siniye dizilmiş olurdu. Siniyi 3-4 yaş büyüğümüz olan ablamız başının üstüne usulca yerleştirir; biz de dedemizin elimize tutuşturduğu listeye göre komşu kapılarını çalardık. Sinideki sahanlardan birini alır, başımız önde ve ürkek bakışlarımız komşumuzun sahana uzanan ellerinde; elimizdekini eline tutuşturup “Allah kabul etsin” duasıyla yolumuza devam edecektik...
Bir defasında ve her defasında olduğu gibi yine sokak kapısını açarken elindeki listeye bakıp yazılı isimleri son bir kez daha tek tek ve yüksek sesle okuyarak kontrol etmeye başlamıştı. İlk sırada, hiç unutmam, karşı komşumuz “Çil Arif”in adı vardı.. Sonrasında; Helliko”, “Nuri Baba/Rüfai Şeyhi”, “Arap Reşogil”, “Şıh Abdullah” ve “Melekegıl” geliyordu. Listenin yedinci sırasında ise Ermeni asıllı komşumuz “Vanes”in ismi yazılıydı.
Vanes/Ohannes Moripek, 1940’lı, 50’li ve 60’lı yılların Urfasında tanınan, bilinen, cömertliği ve iyilikleri ile anılan bir isimdi.
Halk tabibiydi Ohannes Moripek.
İlkbahar yaz aylarında kırlardan topladığı bitkilerle ilaçlar yapar ve hastalarını tedavi ederdi. Birkaç doktorun bulunduğu koca şehirde, evi gün boyu hastalarla dolup taşardı. Fazla paragöz değildi. Ücretini “gönlünden ne geçiyse bırak oraya” sözleriyle belirlerdi.
Sigara tiryakisiydi Vanes Emmı.. Günde 3-4 paket “Köylü” cıgarası içerdi. Ancak Ramazan ayında gündüz gözüyle elini dokundurmazdı sigaraya. Müslüman ahalinin oruçlu olduğu günlerde çakmak ya da kibrit yaktığını gören olmamıştı. Özellikle sokak kapısının bir yanına oturur, yoldan gelip gelen geçen komşularla sohbet eder; hasta geldiğinde içeri girerdi.
Yaz ramazanlarında onlar da biz de toprak damlara açardık iftar sofralarımızı. Ve yine bizler gibi, Bülbül Hasan Ulu Camiin minaresinde topun fitilini ateşlemeden sofraya oturmaz, su içmez, birşey yemezlerdi.
“Vanes” adını duyar duymaz, aradan geçen 60 yıla ragmen hala çözemediğimiz ve belki de bilinç altımıza yerleşmiş bir sebeple son derece sert bir biçimde:
“-Ben o gavura götürmem!..” demiştim.
Dedemin sol yanağıma kamçı gibi şırrak diye inen tokadı daha sert olmuştu. Aslında; bir anda ayaklarımı yerden kesen yanağıma inen tokattan ziyade, Dedemin sitem dolu azarıydı. Dudaklarından dökülen kelimeler dünyamı karartmıştı adeta. Kazanlar dolusu kaynar su tepemden aşağı dökülmüştü sanki.
“Bir daha!.. Bir daha Vanes emmın içün ‘gavur’ dediğini duymıyayım. O senin emmındır. Kemal emmın ne ise Vanes emmın de odur!.. Bunu hiç aklından çıkarma.. Vanes emmı demeyi öğren!..” demişti dişlerini sıkarak.
O günden bu güne kadar ve adı her geçtiğinde “Vanes Emmı”min çakır gözleri gelir gözlerimin önüne. Bakamam, utancımdan başımı eğer ve hatırasından özür dilerim.
Yaşar Duru
O Ermeniler nerdeler simdi?