Doğu Sorunu’ 19. Yüzyılda Avrupalı büyük güçlerin Osmanlı İmparatorluğu ile olan ilişkilerini tanımlamak amacıyla, Avrupa literatüründe kullanılan bir terimdir. ‘Doğu Sorunu’ Avrupalı güçlerin Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğindeki Hıristiyan halkların Müslüman bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun buyruğunda yaşamasını bir türlü kabullenemeyişlerinin ifadesiydi. 19. Yüzyılda Osmanlı Devletinin Avrupa’daki topraklarının birer birer elinden çıkması, Avrupalı büyük devletlere Osmanlının ganimetine el koyma fırsatını doğurmuştu. İşte Avrupalı güçlerin Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğindeki topraklara el koyabilmek amacıyla yürüttükleri diplomasi düellosunun özeti ve özüne ‘Doğu Sorunu’ denilmekteydi.
Avrupalı güç odaklarının ‘Doğu Sorunu’nun başarıya ulaşmasında ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde milliyetçilik hareketlerinden faydalanmaları, hiç şüphesiz ki çokuluslu ve çok dinli bir toplumsal yapıya sahip Osmanlı İmparatorluğunun tasfiyesinde başarılı olmuştur. Bu nedenle sömürgeci Avrupalı güçlerin milliyetçiliği ele alışı, sonuçları itibarıyla farklı bir gelişim göstermiştir. Çünkü Milliyetçilik Kıta Avrupası’nda dil, mezhep ve hatta farklı etnik kökenden gelen toplumları bütünleştirme işlevini üstlenirken sömürgeci çıkarların hedefi olan ülkelerde tamamen ayrıştırıcı ve parçalayıcı bir role büründürüldü. Emperyalizmin Milliyetçilik hareketleri üzerinden Osmanlı İmparatorluğunun egemen olduğu Doğu’ya yönelimi, Doğu’yu öğrenme ve uygulanacak sömürgeleştirme politikalarını belirleme amacının ürünü olan oryantalizm ile yasalaştırılmış/yasallaştırılmıştır. Böylelikle Oryantalizm sömürgeciliğin temel bir kurumuna dönüşmüştür. İşte bu nedenle Edward Said Oryantalizmi ‘Sömürgeciliğin keşif kolu’ olarak nitelendirmiştir.
Önceleri ‘Doğu Sorunu’ Hıristiyan-Müslüman kamplaşmasının bir yansıması gibi ortaya çıkmış olsa da Endüstri Devrimiyle birlikte her şey makineleştiğinden, ulusal güç gittikçe savaşta ve barışta ham madde kaynaklarının kontrol altında tutulmasına bağlı hale gelince Birinci Dünya savaşından sonra sanayi ve Avrupalı ulusların sömürgeci politikalarının sürdürülebilirliği açısından Petrol en önemli enerji kaynağı olarak dünyanın gündemine oturmuştur. Bu yeni süreçle birlikte ‘Doğu Sorunu’nun dini ve etnik değil o dönem için yeni bir enerji kaynağı olan petrolle jeostratejik bir karakter kazandığı söylenebilir. Nitekim bu yeni enerji kaynağının ne kadar önemli olduğunu, İngiltere Başbakanlarından Churchill 1926’da Avam Kamarası konuşmasında, “Bir damla petrol bir damla kandan daha kıymetlidir” ifadesiyle belirtiyordu.
General Townshend komutasındaki İngiliz sömürge ordusunun Kutu’l Ammere’de Miralay Ali İhsan Sabis komutasındaki Türk ordusunca mağlup edilmesinden bir yıl sonra, 11 Mart 1917’de Bağdat İngiliz Kuvvetlerince hiçbir direnişle karşılaşılmadan işgal edildiğinde Alman Von Der Golt Paşa, bölgeden sorumluydu. İngilizler I. Dünya Savaşında Musul ve çevresini ele geçirmek için sonradan Irak’ın başına getirdikleri Emir Faysal’a verdikleri altın rüşveti sayesinde Ortadoğu’nun kaderini değiştirecek yeni süreci başlatmış oldular. Bununla da yetinmediler, İngilizler Ortadoğu petrollerini sorunsuz elde edebilmek için Irakta tahta çıkardıkları, ‘Arapların İmparatoru’ yapmak sözünü verdikleri Osmanlıya isyan eden Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal ile Arabistan Kralı İbnisuud arasındaki anlaşmazlığı körüklediler.
Faysal ile İbnisuud kuvvetleri arasındaki savaş sırasında Amerika gemileri Cidde limanına silah ve mühimmat taşıdı. İngiltere Kralı kışkırttıkları savaşın arabulucu rolüne soyundu, her iki basiretsiz yöneticiyi barıştırarak Irak ve Suud petrollerinin çıkarılmasında büyük imtiyazlar kopardı. Bu anlaşma sayesinde Vehhabiler Irak’taki petrol arazisini tamamen İngilizlerin kontrolüne bıraktı. Emir Faysal ile İbnisuud arasındaki anlaşmazlığın temelinde İngilizlerin Emir Faysal’ın babası Şerif Hüseyin ile İbnisuud’a Bağdat ve Basra bölgelerini vaad etmiş olmaları vardı ve her iki kral müsveddesi bunu bilmiyordu. Ancak ABD’li petrol şirketlerinin İngiliz şirketlerine ait petrol nakliye gemilerine Basra körfezinde sabotaj düzenleterek imha ettikleri de bir gerçek.
Bugünkü Irak devletinin sınırlarını oluşturan toprakların, Osmanlı idari yapılanmasındaki Musul, Bağdat ve Basra eyaletlerini içine aldığı görülmektedir. 1925’te Millet Cemiyeti Hudutlar Komisyonu, Türkiye-Irak sınırlarını belirlerken İngiltere’nin baskısı ile iki ülke arasındaki hudutlar, petrol sahaları Türkiye sınırları dışında bırakılacak şekilde kararlaştırıldı. Böylelikle yeni kurulmuş Türkiye, kendi iradesi dışında yapılan sınır tespitlerini konjonktür nedeniyle kabule mecbur bırakıldı. Musul, Kerkük ve Hanakin’de çok önemli petrol işletmeleri vardı ve bunların üçünün de Irak’ta bulunması tesadüf değildir. Bunlar Irak’ın İngilizlerce politik bir birim olarak yaratılmasının asıl nedenidir.
5 Haziran 1926’da Ankara’da imzalanan Antlaşma’nın 7 Haziran 1926’da TBMM’de kabul edilmesiyle İngiliz sömürge yönetimi tarafından Emir Faysalı’nın başına getirildiği Irak ile aramızdaki sınırlar netleşmiş oldu. Irak petrolü demek Musul petrolü demektir. Ve Musul, Keldani, Asuri ve Yakubi Hıristiyanların yaşadığı en önemli merkezlerin başında gelmekteydi. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu gerçekliği kavradığında takvim yaprakları 1924’ü gösteriyordu. Umulmadık bir gelişme oldu. Nasturi İsyanı İngilizlere rağmen patlak verdi. Amerikalıların Nasturileri kışkırttıkları sonradan anlaşıldı. İngilizlerin silahlandırdığı Asuri ve Yezidiler, Türkiye’nin güney sınırlarına saldırarak karakolları yakmışlar telgraf hatlarını kesmişler ve Türk askerlerinden önlerine çıkanları öldürmüşlerdi.
Iraktaki Hıristiyanların din adamları (Keldani, Süryani, Asuri), Avrupalı misyonerlerin özelikle Amerikalı Protestan misyonerlerin etkisiyle yukarıda ismi geçen dini ve etnik grupların müşterek yaşayabilecekleri, bağımsız bir ülke statüsüne sahip vatan hayaliyle özellikle Cezire’de isyan ettiler. Kendilerince kurulacak yeni devletin sınırlarını Fırat ve Dicle nehirleri belirleyecekti. Taleplerini Keldani Patriği aracılığıyla bölgede dolaşan bir Amerikan Araştırma komisyonuna ilettiler. Sonrasında Nasturi İsyanı ortaya çıktı. Bununla birlikte bu isyanın tohumlarının ekilmesinde İngilizlerin emeği yadsınamaz. Çünkü İngilizler Musul sorununun çözümlenmesinden önce Türkiye ve Rusya’ya karşı Kürt, Ermeni, Asurî ve Keldani devleti kurmak peşindeydi. Bu amaçla Nasturileri Hakkari güney bölgelerine sürmeleri bazı Nasturilerin tepkisine yol açmıştı.
Genç cumhuriyetin güney sınırlarında patlak veren Nasturi İsyanı beklenen fırsatı getirdi. Türkiye Cumhuriyeti bu krizi bir fırsata dönüştürdü. Lozan Anlaşmasıyla terk edilen Musul’u yeniden topraklara dâhil etmek mümkün olabilecekti. Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Çakmak Paşa ve Cafer Tayyar Paşa arasındaki mutabakat sonrasında Nasturi İsyanını bastırmak için görevlendirilen Ordu Kumandanı Cevat Çobanlı, 7. Kolordu Komutanı General Cafer Tayyar Eğilmez’in emrine verildi. 7. Kolordu Nasturi Harekâtını kısa sürede tamamladı ve isyancıların sığındığı Musul’a girdi. İngiltere diplomasi kanallarını kullanarak Türkiye’ye sert bir nota verdi ve Musul’daki Türk birliklerin geri çekilmesini yoksa bunu savaş sebebi sayacağını Ankara’ya bildirdi. 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa’nın İngilizlerin Bakü petrolleri için Ruslarla uğraştıklarını bu nedenle Musul için Türkiye ile savaşmayacaklarını ileri sürerek geri çekilmeyi ret etmesi üzerine bu görevinden alınmasıyla, Türkiye’nin 1927’deki Musul seferi sonlandı.
Doğu sorununun temel paradigmasında yaşanan değişiklik çerçevesinde jeostratejik enerji kaynağı petrolün bulunduğu Ortadoğu’da özellikle maliyeti ucuz ve kaliteli Irak petrollerinin Akdeniz üzerinden Avrupa ve Amerika’ya ulaştırılması yeni bir proje değildir. 2. Dünya savaşı öncesine kadar uzanan bir hikâyesi vardır. Lozan Antlaşması sonrasında İngilizler güvenliğini Türklerin sağladığı Musul petrollerini ekonomik bakımdan kısa çıkış yolu olan İskenderun Limanına taşımayı düşünmüşlerdi. Günümüzde bu bir ABD-İsrail projesi olarak görülüyor. Amerika’nın öncülüğünde, Kuzey Irak’tan Akdeniz’e uzanan bir Kürt koridorunun kurulacağına dair haberler uzun suredir gündemde. Bu projenin asıl amacının; Kuzey Irak Kürtlerinin bağımsızlığını, Suriye Kürtlerinin özerkliğini falan hedeflemediği, Akdeniz’e açılan Kürt koridoru vasıtasıyla Kürt petrolünü Akdeniz’le buluşturmak olduğu söyleniyor.
ABD yönetiminin Basra’dan Kuzey Irak’a bağlanacak yeni bir boru hattı konusunda temasları neticesinde, “Basra’dan Akdeniz’e Kürt Koridoru” planını pratikte gerçekleştirmek için Kürt gruplarla görüştüğü yıllar öncesinde ortaya çıkmıştı. Bu plana göre: petrol ve doğalgaz Basra’dan Kuzey Irak’a taşınacak. Kuzey Irak’tan da birincisi Türkiye üzerinden, ikincisi Suriye üzerinden Batı’ya ulaştırılacaktı. Enerji kaynakları jeopolitiği doğrultusunda Suriye’de Irak bağlantılı Kürt özerk bölgesi oluşumlarına hız verilmesi düşünülmüştü. Bu çerçevede Basra’dan Zaho’ya uzanacak bir boru hattı projesi tamamlanmaya çalışılıyor. “Kürt” Koridoru, Irak’ı kuzeyindeki Bölgesel Kürt Yönetiminin Doğu Akdeniz’e çıkması olarak tanımlanıyor.
Irak’ın tahıl ambarı olan Türkmen kenti Telafar’da “Kürt” Koridoru içinde kalıyor. ABD ve İsrail’in “Kürt” Koridorunu açması, Irak’ın kuzeyindeki Kukla Devleti yaşatmak için zorunludur. Türkiye’nin himaye etmediği, denize açılamayan bir Kürt cumhuriyetinin bırakın yaşamasını nefes almasının bile mümkün olmadığı söylenebilir. Kürt Koridoru Avrupa sömürgeciliğinin Orta Asya’ya açılan kapısı olmaktan başka bir şey değil. Rusya Kürt koridoruna ekonomik açıdan karşı. Çünkü Rusya kendi çıkardığı doğalgaz ve Petrolü satmak için Avrupa’yı pazar görüyor. Şimdiye kadar da öyleydi. Kürt koridoru projesiyle birlikte göz göre göre Avrupa pazarının elinden çıkmasına asla razı değil.
Kabilecilikten kavmiyetçiliğe geçemedikleri gibi ulus devlet statüsünü benimseyemeyen bölge ülkelerinin basiretsiz liderleri, petrolün jeostratejik enerji kaynağı olmasından dolayı, anlaşmazlıklarını bir güvenlik problemine dönüştürme becerisini maalesef gösterebildiler. Mısır-İsrail savaşı, Filistin İsrail anlaşmazlığı, İran-Irak Savaşı, Suriye’nin Lübnan’da asker bulundurması, Irak’ın Kuveyt’i işgali, Suudi Arabistan Yemen anlaşmazlığından beslenen küresel emperyalizm bazen uluslararası toplumun sözde hukuki kurumlarının kararlarıyla bazen de cebren bölgede konuşlandı. Sonuçta basiretsiz ve çapsız bölge liderleri, Ortadoğu’nun özellikle Körfez Ülkelerinin güvenliğini üstlenen ve çıkarlarıyla ilişkilendiren ABD ile Avrupa Birliği ülkelerinin bölgede sürekli bulunmasını meşru hale getirdiler.
Irak’ın ortaya çıkışı, Sykes’in İngiltere ve Fransa’nın Panislamizm ve Pantürkizm akımlarına karşı Yahudiler, Araplar ve Ermenilerle ittifak yaparak karşı koyulabileceği görüşünden kaynaklanmıştır. Irak varlığını; Britanya (İngiltere) ve Fransa arasında yapılan Sykes-Picot Anlaşması’na borçlu. Bu anlaşma özellikle Orta Doğu’da yaşanan sorunların kaynağı olması açısından önemli. İngiliz subay Mark Sykes ile Fransız subay François Georges-Picot; Kahire’de bir araya gelerek masa başında Orta Doğu’yu iki ülke arasında paylaştırdılar. Bu anlaşma sonucunda kurulan devletlerden Irak, Ürdün, Filistin İngiliz bölgesi; Suriye, Lübnan-Fransız bölgesi oldu. Irak’ta zengin petrol yataklarına yerleşen İngilizler tutunabilmek için Kürdistan ve Arap bölgesindeki aşiret liderleri ve etkin ailelerle iyi ilişkiler kurdular. Halkı yanlarına çekebilmek ve bölgeyi sorunsuz yönetebilmek adına toprak dağıtımını esas alan Aşiret Kanunu’nu çıkardılar.
Aslında Irak’ın etnik ve dini sosyal yapısı, batılı güç odaklarının nüfuzuna açık olmasının en önemli nedenleri arasında sayılabilir. Irak’ın mevcut toplam nüfusuna oranla gayri Müslimlerin dörtte bir civarında yekûn tuttukları görülüyor. Keldaniler, Asurîler, Süryani Ortodokslar, Süryani Katolikler, Ermeni Ortodokslar, Ermeni Katoliklerle birlikte Protestanlar ve Romen Katolikler ve tabii ki Hıristiyan olmayan Ezidiler, Irak’ın 18 kentinde dağınık halde yaşıyorlar. Irak’taki ilk taş basma matbaanın 1859’da yabancılardan oluşan Dominikan papazlar tarafından Musul’da kurulduğu düşünülürse Hıristiyan ahalinin gücü daha iyi anlaşılabilir. Oysa Irak’ta buharla çalışan ilk hurufat baskı makinesi 1869’da vali Midhat Paşa tarafından Bağdat’a getirilmiş, ilk Irak gazetesi sayılan Türkçe-Arapça Zevrâ gazetesi aynı yılda aynı vilayet matbaasında yayımlanmıştı.
1922’de Van’da konuşlanmış 8. Tümen Komutanlığına bağlı Özdemir Bey’in İngilizlere karşı başlattığı Revandiz harekâtına, bölgeden Türkçenin yanı sıra Arapça, Farsça ve Kürtçe bilenler katıldı. Bunlardan birisi de sonraki yıllarda Van Müftülüğü görevlerinde bulunan Hacı şerif Efendi’nin oğlu Ömer Azmi Efendidir. Dini statüsü olan Ömer Azmi gibi ulemadan sayılabilecek kişilerin bölgedeki diğer kanaat önderlerini İngilizlere karşı isyanda ikna ettikleri anlaşılmaktadır. Irak’ta ilk Kürt Kongresi, Kürdistan Milli kongresi adıyla İngilizlere karşı Musul ve Kerkük’ü savunmak için gönderilen Özdemir beyin kurduğu mukavemet teşkilatı tarafından 23 Ocak 1923’te Süleymaniye’de Şeyh Mahmut Berzenci Başkanlığında düzenlenmiştir. Alınan ilk karar ise “Alemi islamiyete bağlı kalmak şartı ile Türk Hükümetinin vereceği meşru bir imtiyazi ve idarei muhtariyeti, İngilizlerin Kürt kavmine vermek istedikleri gayri meşru bir istiklale tercih ettiklerini ve bu ihsana karşın her türlü emir ve mücadeleye hazır ve kendilerinden başka hiçbir nüfuza merbut kalmayacakları” sözünü vermek olmuştur.
I.Dünya Savaşı’ndan sonra İngiliz ve Fransızların bölgeyi işgal etmeleriyle Suriye ve Irak, Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmıştır. Bu devletlerarasındaki sınırlar, çoğu kez aşiret bölgelerini bölerek Kürtlerin yaşadığı coğrafyayı dört parçaya ayırmıştır. İngiliz sömürge yönetimin korkulu rüyası Molla Mustafa Barzani’nin İngiliz düşmanlığının nedenleri arasında İngilizlerin Barzan aşiretinin sorunlu olduğu diğer Kürt aşiretlerini üstlerine salması ve Barzan aşiretinin yaşadığı Barzan bölgesine göz dikmeleriydi. İngilizler Barzan bölgesine Türkiye’den kaçan Süryanileri yerleştirmeyi planlamışlardı. Molla Mustafa Barzani ve aşiretinin Türkiye tarafından korunup kollandığı konuyla ilgili araştırma yapanların yabancısı olmadığı bir bilgi. 1930’da Türkiye’nin Doğu Anadolu’da İran sınırında gerçekleşen ve bölge halkının katılımıyla bastırılan Zeylan İsyanının ardından Barzan aşiret savaşçılarının sınırı geçmeleri esnasında bölge halkıyla bazı çatışmalar yaşadıkları bir vakıadır.
Türkiye; 23 Haziran 1932’de İngiliz sömürge ordusu ve Irak hükümetinin önünden Türkiye sınırına çekilen Barzan aşiretine sınırı geçme izni vermiş, aile büyüğü Şeyh Ahmet Erzurum’da, aşiretin büyük bir kısmı da Muş’ta ikamet ettirilmiştir. Molla Mustafa Barzani ise Eskişehir’e götürülmüştür. Hatta Türkiye’de iken sınırı geçen aşiret mensuplarının Türkiye sınırını geçerek Irak karakollarına baskın düzenlediği, kendileri için ortam hazırladıkları biliniyor. İngilizlerin talebi üzerine 5 Haziran 1926’da Türkiye-İngiltere ve Irak arasında, imzalanan Türk-Irak sınırı ve İyi Komşuluk Münasebetleri Andlaşmasına ek olarak 9 Ocak 1932’de Türkiye Cumhuriyeti ile Irak Krallığı Arasında İadei Mücrimin Muahedenamesi (suçluların iadesi sözleşmesi) imzalanmıştır. 1943-1944’deki Molla Barzani yönetimindeki küçük çaptaki silahlı ayaklanma Irak ve hatta İran’daki şehirli Kürtler arasında yankı yapmış, manevi destek bulmuştur. 1945’de Barzan aşireti önderliğindeki Kürt isyanını bastıran Irak ordusunun komutanlığına İngiliz General Renton getirilmişti ve Irak genelkurmayı bu İngiliz’e yardım etmekle mükellefti. Kürtlere karşı Anglo-Arap koalisyonu kurulmuştu.
I.Dünya Savaşı sırasında İngiltere ile Fransa arasında imzalanan Sykes-Picot Antlaşması doğrultusunda İngiliz Başbakanı David Lioyd George ve Fransa Başbakanı Clemenceu arasındaki görüşmelerin ardından, İngiltere 1 Kasım 1918’den itibaren Suriye ve Kilikya’dan çekilecek, boşalttığı bölgeleri Fransızlar işgal edecekti. Anlaşma gereğince Fransa Kilikya, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bir kısmını, Suriye ve Lübnan’da bir Fransız yönetimi kuracaktı. Halep, Şam, Hama ve Humus şehirlerini kapsayan bölgede ise bir Arap devleti kurulması söz konusuydu. Milletler Cemiyetinin 30 Ocak 1919 tarihli prensip kararıyla Suriye, Filistin ve Arap yarımadası Osmanlı Devletinden ayrılacak, kurulacak Ermeni devleti ile birlikte manda statüsünde yönetilecekti.
7 Aralık 1918’de Antakya’yı işgal ettiler. Napolyon’un Akka’da başaramadığını neredeyse başarmak üzerindeydiler. Lakin evdeki pazarlık çarşıya uymadı. Halep, Antakya, Hama, Humus, Lazkiye, Şam, Baalbek ve Kuneytra’da direniş örgütleri kuruldu, TBMM destekli mukavemet teşkilatının başına Milis Kaymakam Özdemir Bey getirildi ve bu örgütler “Suriye-Filistin Kuvay-ı Osmaniye Heyeti” adı altında faaliyet gösterdi. Mustafa Kemal Paşa; Fransız mandasına başkaldıracak Suriyelilerle Türkiye’yi kapsayacak bir federasyon kurulabileceği düşüncesindeydi. İstiklal Harbi sırasında Fransız ordusunun işgalindeki Suriye toprakları, sonraki yıllarda Fransız kolonisi olmaktan kurtulamadı. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu iradesi, Suriye’nin hiçbir zaman Fransız sömürgesi kalmasını istemedi. Önce Şeyh Senusi’nin Ankara’nın talimatlarıyla başlattığı ayaklanmasına destek verildi. Şeyh hazretleri 1926’ya kadar Suriye halkını Fransızlara karşı örgütledi, isyana teşvik etti ve vazifesinde kısmen başarılıda oldu. Merak eden Muhammed Esed’in kaleme aldığı Mekkeye Giden Yol’a baksın.
Fransız işgalindeki Hatay’ın Türkiye Cumhuriyetine ilhakında devlet birimleri Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle var güçleriyle çalıştılar. Delibaşlar örgütlendi. Mehmet Akif bile Mısır’daki hasta yatağından kalkıp Fransız işgalindeki Hatay’a sözde tedavi olmaya gitti. Hatay halkını bağımsızlığa davet etti, Türkiye Cumhuriyeti devleti ile güçlü bağlar kurmalarını öğütledi. Hatay’da kaldığı sürece gizli toplantılar tertip eyledi. Türkiye Suriye halkı ile bağlarını gayri resmi yollardan sürdürmeye çalıştı. Sınırlarında kaçakçılığa kısmen göz yumdu. Bu sayede geliş gidişler yaşandı. Tarikatlar aracılığı ile manevi irtibat tesis edildi. Suriye medreselerine birçok öğrenci devletin bilgisi dâhilinde ama kaçak yollarla okumaya gitti.
Yakalananlar Türkiye casusu damgasını yedi, hapislerde yattı, işkence gördü. Türkiye’ye dönenler ise Suriye medreselerinden öğrendiklerini sınırın bu tarafındaki medreselerde talebeleriyle paylaştı. Suriye Kürtleri ve Türkmenlerle hep hısım kaldık. 1974 sonrası Suriye Sovyetler Birliği ile imzaladığı ‘dostluk ve işbirliği anlaşması’ ile yönetim düzeyinde durumunu güçlendirmişti. Ülke içinde Komünistler, Aleviler ve bir kısım Kürtler yönetiminden yanaydı. Yönetim Sünni Müslüman Kardeşler örgütünü baş düşman ilan etmişti. Halk desteğini kesmek için Suriye istihbaratı tarafından İsrail yandaşı ve Amerikancı gösterilen örgüt, Türkiye ve Suudi Arabistan tarafından destekleniyordu.
1980’de askerler Türkiye’de yönetime el koydu. Birkaç yıl sonrada Suriye’de Müslüman Kardeşler ayaklanması yaşandı. Teşkilatın Suriye mürşidi Adnan Sadettin, Türkiye’ye sığındı. Türkiye’deki askeri yönetim bu misafirini Yalova’da iskân etti. Hatta Suriye’deki teşkilat mensuplarından sınırı geçebilenler, Yalova civarında kurulan askeri kampta eğitildi. 12 Eylülün kudretli generallerinin Suriye Müslüman Kardeşler mürşidi Adnan Saadettin’i Yalova’da misafir etmesine ve Baasçı diktatör Hafız Esad’ın zulmünden kaçan Müslüman Kardeşler mensuplarına sınırı açmalarına ne demeli? Suriye yapay bir devletti ve Avrupalıların ileri karakolu misyonunu üstlenmişti. Mişel Eflak isimli Hıristiyan Arap ırkçısının doktriner görüşlerini ilkeleştirerek Türkiye sınırları içindeki Arap kökenli vatandaşlara yönelik beşinci kol faaliyetleri düzenleyen Suriye yönetimi, Türkiye ile ilişkilerinde hiçte dostane olmayan bir politika izlemiyor muydu? PKK terör örgütüne ev sahipliği yaptıkları gibi Hatay ilini kendi sınırları içinde gösteren haritalar yayınladıkları ne çabuk unutuldu?
Türkiye’nin komşu Kürtlerle arası hemen her dönem iyi olmuştur denilebilir. Komşu ülkelerdeki Kürt topluluklarının yaşadıkları ülke rejimleriyle başları derde girdiğinde sığınmayı düşündükleri ilk ülkenin Türkiye olması dikkat çekici. Çünkü Türkiye, resmi ve gayri resmi kanallardan bu akraba topluluklarla diyalogunu hiç koparmadan sürdürdü. Günümüzdeki Irak ve Suriye Kürtlerinin Türkiye için ne anlam ifade ettiklerini bilmeden Kürt meselesinin bölgede yol açtığı ve açacağı tsunamileri göğüslemek neredeyse mümkün değil.
Türkiye; İngiliz ve Fransız istihbaratının kışkırttığı Şeyh Said, Ağrı Koçgiri ve Dersim isyanlarıyla boğuştuğu yıllarda, Irak Kürtlerinin İngiliz sömürge güçlerine karşı Barzani ailesinin önderliğinde başlatılan isyanları ve İran’da 22 Ocak 1946’da kurulan Sovyet destekli Mahabad Kürt Cumhuriyetini yakından takip etmiştir. Türkiye’nin Kürt kartının Irak’ta KDP Suriye’de PYD’ olduğunu söylemek mümkün mü? Bazı kayıtlarda Barzanî ailesinin Siirt’in Şirvan kazasından 18. yüzyıl sonlarında Irak’taki İmadiye kazası yakınlarında bulunan Barzan bölgesine göç ettikleri ve Arap asıllı oldukları belirtilir. 1932 sonrasında Barzan ailesinin Türkiye Cumhuriyeti ile ters düşmemeye özen gösterdiği söylenebilir.
1932 Haziran’ında İngiliz ve Irak ordusunun takibinden kaçan Molla Mustafa Barzani ailesi ve 400 adamı Türkiye sınırından girerek jandarmalara teslim olmuştur. Aile üyelerinden Molla Mustafa Barzani Ankara, Eskişehir ve Edirne’de ikamet ettirilmiştir. Bu süreç içinde Mustafa Barzani’nin Türk istihbarat servisi tarafından brife edildiği, özel eğitim verildiği iddia edilmekte. Hatta Molla Mustafa Barzani’nin Türkiye’de bulunduğu süre içinde Barla’da ikamet eden Bediüzzaman Said Nursi ile haberleştiği ve Said Nursi’nin Mustafa Barzani’den Molla İzzet ismiyle söz ettiği kaydedilmektedir.
Hatırlayacak olursanız Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi başkanı Mesud Barzani’ye Turgut Özal döneminde kırmızı pasaport verilmişti. Bilmeyenler için söyleyelim; Kırmızı pasaport/Diplomatik pasaport, Dışişleri Bakanlığı ile yabancı memleketlerde Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçilik ve Konsoloslukları tarafından verilir. Bu arada yıllar önce Türkiye’nin verdiği kırmızı pasaportla dolaşan Barzani’nin yaptığına ne demeli? Amerika ile ters düşmesi pahasına merkezi Irak hükümetine kafa tutuyor, İran’a diş biliyor, Kerkük’ü Farsların kuklası Arapların işgalinden kurtarıyor. Hem de Türkiye’nin gözü önünde yapıyor bunları. Türkiye’ye rağmen mi tabi ki hayır? Kırmızı Pasaport ’un hakkını iyi veriyor doğrusu. Türkiye oyunu kurdu mu böyle kurar.