Türkiye'nin demokrasi tarihi, 23 Aralık 1876 yılında birinci Meşrutiyet'in ilanıyla başlayıp ,
1908 yılında ilan edilen ikinci Meşrutiyetle devam eder.
Sonrasında ilan edilen cumhuriyetle farklı bir boyut kazanır.
Ara ara akamete uğrasa da, bir şekilde demokrasi arayışımız sürer.
Bir yandan demokrasi arayışı devam ederken, bir yandan da askeri bir devlet geleneğine sahip olmaktan olsa gerek Osmanlı dönemi dahil, yaklaşık yedi kez darbelerle askıya alınır.
Bugünkü anayasamız ise bilindiği üzere 12 Eylül 1980 askerî darbesinin ürünüdür. Anayasanın ana omurgasını anlamak için darbe lideri olan Kenan Evren'in "Bir sağdan, bir soldan" söylemini hatırlamamız yeterlidir.
Her ne kadar merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal hükümetleri başta olmak üzere, çeşitli dönemlerde kimi değişiklikler yapılarak yamalı bohçaya dönmüş olsa da yine de genel mânâda özgürlükçü ve demokratik bir anayasa olmaktan hâlâ uzaktır.
Demokrasi geleneği için toplumların demokratik bir geleneğe yerleşmiş teamüllere ihtiyacı var. Misalen demokrasinin beşiği olarak adlandırılan İngiltere’nin yazılı bir anayasası yoktur. Sonuçta yazılı metinleri uygulayanlar toplumları oluşturan her bir ferdidir. 12 Eylül Askeri Cuntasının oluşturduğu korku atmosferi bir kuşağı apolitize edip yalnızca kendi çıkarına hizmet eden çıkarcı ve şoven bir toplumsal yapı doğurmuş oldu. Ezcümle ilkeleri olan bireyler yerine çıkarları için güç odaklarına yanaşan, üretken ve verimli olmayan insan yığını oluştu. Bu darbenin yarattığı insan prototipi sonuç olarak ekonomik büyümenin önünde de büyük bir engel teşkil etmektedir.Bu anlamda demokratik ve özgürlükçü bir anayasa, hem daha mutlu bir toplum hem de daha güçlü ülke ekonomisi anlamına gelebilir. Artık günümüz dünyasında bu kaçınılmaz bir olgu. Gerçek anlamda modern bir devlete ve dünya ile yarışabilen topluma böylece kavuşulabilir.
Bu bağlamda, eğitimimizi dönüştürerek insan hakları eğitimini ve demokrasiyi merkeze alan bireyler yetiştirilmeli. Anayasada devlet karşısında bireyin güvenliği sağlanmalı. Şartlı özgürlükler yerine herbir bireyin yek diğerine ve kişi hakkına saygı duyacağı bir hukuk düzenine geçilmeli.
Şeyh Edebali’nin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözü aslında bize toplumu, nefes alabilen, insanca yaşayabilen bireylerin yaşatabildiğidir.
Ek olarak, inanç kodlarımızı da hatırlarsak, Peygamberimizin Medine’ye hicret ettikten sonraki devletleşme sürecinde ortaya koyduğu Medine sözleşmesi de referans gösterilebilir.
Yine aynı dönemde peygamberimiz ve ebedi liderimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)'in 632 yılında ilk ve son veda Haccında onbinlerce müslümana yaptığı konuşma olan ve tarihe Veda Hutbesi diye geçen konuşması hem dünyanın ilk insan hakları evrensel beyannamesi, hem de toplumun her kesimini kucaklayan ilk anayasasıdır.
Burada, birçok konudan bahseden islam peygamberinin, farklılıkların korunması ve kimseninin kimseden üstün olmadığını açıklayan şu ifadesi çok önemlidir: “beyazın siyaha, Arabın Aceme üstünlüğü yoktur”.
Aslında bugün üstünde çalışılacak anayasada dikkat edilmesi gereken husus temel olarak bu cümlede gizlidir.
Tam da buradan hareketle, insanları kucaklayan, dillere ve etnisiteye öncelik ve üstünlük vermeyen, üstünlüğü her anlamda insana saygıda, geniş ve derin bir kültür havzası olan bu toprakların kültür mozaiğini bilen ve kabul eden bir anayasa olmalıdır.
Bu anayasada, Müslüman da, Hristiyan da, Musevi de, Yezidi de, Kürd de Türk de, laz da, Çerkez de, Pomak da, Boşnak da, ateist de kendini bulmalı ve güvende hissetmelidir.
Gerçek anlamda insanı koruyan bir anayasa olmalıdır.
“Devletin dini adalettir “
Anayasa da adaletin merkezidir.
Süleyman Şeyhnebi