PKK’nın bu coğrafyaya verdiği en büyük zarar, bana göre kanlı eylemler değildir. Keza örgütün silah üzerinden herhangi bir başarı elde edeceğini de sanmıyorum.
Zaten kendileri de aynı fikirde oldukları için esas işi silahsız olan alanda yürütmektedirler. Silahlı eylemlerle Türkiye’ye büyük bir zarar verdiklerini ya da verebileceklerini düşündüklerini de sanmıyorum.
En büyük zarar sosyolojik ve tarihi gerçekliğe uymayan bir ideolojiyi insanların zihnine yerleştirmiş olmasıdır. Elbette her ulusalcılık projesinin bir mitolojisi vardır.
Her milliyetçiliğin dünyayı saran ve ihata eden “kurgusal” bir tarihi de vardır. Kutsal bir mitolojinin oluşturulması ya da var olan efsanelere yeni anlamlar verilerek bir ideal oluşturulmasını da anlamak mümkündür.
En azından günümüzün iç içe geçmiş sosyolojik yapısı içinde kendi özgün varlığını dile getirebilmek için böylesi bir operasyonu bir yere kadar anlayabiliriz. Ama bütün bunlar yapılırken “etnik kaygıları” da aşan başka bir hesabın, “bir topyekun yaratıcılık” psikolojisi vehminin dayatmalarını içeren kutsal bir söylemsel buyruk var karşımızda. Bir başka ifade ile örgütün, bütün bileşenleri ile oluşturduğu yapının “ben sizin ilahınızım” deme noktasına gelinmiş olmasıdır en büyük tehlike.
Pek çok yeteneği ve meziyeti olan bu “tanrı” sadece etnik kimlik kazandırmıyor, kriter belirliyor. Kimin nasıl bir insan olduğuna, hangisinin yaşaması, hangisinin ölmesi, hangisinin ne düşünmesi, hangisinin kimle nasıl bir diyalog içinde olması, kimin iyi kimin kötü, kimin hain kimin çete olduğuna da karar veriyor.
Bunu yaparken de herhangi bir değere ya da geleneğe referansta bulunmuyor. Çünkü referans kendisidir her zaman.
Daha açık bir ifade ile tek bir koldan devam eden bir faşizm yok, topyekun hayatımızı kuşatan bir proje var.
Aslında bugün demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerle ilgili yaşadığımız esas sorunun kaynağı da zaten bu projeyle paralel bir mantıkla daha önce kurulmuş olan bir başka faşizmdir.
Söz gelimi sadece politik bir proje olan laikliğin topyekun bir yaşam projesi haline getirilmesi hayatı insanlara zindan etmişti. Her alandaki meşruiyetin kaynağı olarak işaret edilen laikliğin ne olduğunu sorgulayacak bir soru sorulmasına dahi izin verilmeyen bir atmosfer vardı.
Hatırlayın lütfen, 28 Şubat sürecinde Refah Partili aktörler televizyonlara çıkarıldıkları her programda konu ne olursa olsun ilk sordukları soru şuydu “sen şeriatçı mısın laik mi?”
Bu soru tabi ki adamın eğilimini öğrenmek için sorulmuyordu.
Aksine onu mahkum etmek, suçlu göstermek için sorulan bir soru idi. İtibarsızlaştırmak için sorulan bir soru idi.
Eğer değilim derse partisi kapatılacak, öyleyim derse bu kez inandığı ile çelişmiş olacak ve aynı zamanda kitlesi katında da itibar kaybetmiş olacaktı. Her halükarda soranı “üstün” çıkaran bir hamle idi.
Çözüm süreci örgütün, istihbarat birimleri ile varılan mutabakata uymamasına rağmen devam ediyor.
Bunu devam ettiren esas güç ve irade tabi ki devlettir, hükümettir. Bu gerçeği çarpıtma konusundaki çabaların nasıl bir bilgi kuramı (epistemoloji) üzerinden yürütüldüğünü bölgeye her gittiğimde dokunarak görüyorum.
Etnik köken, din, bölge ve ideoloji üzerinden oluşturulan faşizmin sosyolojik bir okuması var ama epistemolojik faşizm okunamaz çünkü sosyolojik bir olgu değildir. Mitolojik-ruhani bir yapıdır.
Kırk yıldır mümkün olmayan muhayyel bir ütopya için her daim kan sunulmasını isteyen Dehâk bölge insanına kendisini Kawa olarak göstermektedir.
Sonuç olarak böyle bir ortamı bulmasına katkıda bulunan paralel bir derin yapının varlığını da yadsımadan söylemek gerekirse, esas sorun PKK’lı olmayan her kürdü hain gören bir yapının neden bu kadar çok fazla var olan hainler için canını verdiği, o hainler için mücadele ettiğidir?
Dünyanın neresinde etnik haklar için mücadele edenler kendi etnisitesi içinde ancak elit bir kesime hitap edebilmişlerdir?
Aslında örgüt psikolojik harbi “devletten” öğrendi ama şimdi onu da aşan bir şiddette yürütmektedir.
Mazhar Bağlı