Son zamanlarda Yıldıray Oğur, emniyet içindeki Gülenci eşkıyaların nasıl muhayyel örgütler kurgulayıp öteki olarak gördükleri insanları bu yapının içine dahil edip birer “örgüt üyesi” haline getirdikten sonra her türlü takip işini profesyonelce yaptıklarını örnek bir olay üzerinden, Selam Tevhid Örgütü örnek olayı üzerinden en ince detayına kadar yazdı. Ben işin teknik kısmına girmeyeceğim. Benim değinmek burada değinmek istediğim aslında iki konu var, birincisi; bu çetenin tek bir senaryoyu tüm stratejilerinin ana gövdesi haline getirdikleri halde nasıl oldu da bu kadar rahat saklanabildikleridir. Evet, pek çok kişi bu yapının sahip olduğu temel ilkeler olan takiyye, tedbir ve kendini gizleme özellikleri dolayısıyla güvenmiyordu ama işin bu kadar farklı bir boyuta taşınmış olduğunu bence kimse tahmin edemedi. Belki de hepimiz bu yapının kendisini vaktiyle var olan ceberut laiklikten ve baskıcı kamu otoritesinden (derin devletten) gizliyor olduğunu düşündük. Meğer öyle değilmiş. Adamlar kendilerini bizden, yani bu coğrafyanın temel değerlerinden ve insanlarından, bu ülkenin muhafazakarlarından saklamışlar. Ne ceberut laiklerle ve de bin bir tezgahla derdest ettikleri derin devlet olan Ergenekon’la sorunları olmadığını bizzat yaşayarak gördük. Bugün anlıyoruz ki aslında Ergenekon davasını da izledikleri takiyye politikasına katkıda bulunması amacı ile takip edip destek vermişler. İkincisi de dinledikleri kişilerin ortak paydası. Emniyetin hazırladığı raporlara göre yüzbinleri bulan dinlemeler olduğu söylenmektedir. Ben çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. Ama en çok dinledikleri kişiler eski başbakan ve şimdiki Cumhurbaşkanımız olan sayın Tayyip Erdoğan’a yakın olan kişiler olduğunu görüyoruz. Koruma ekibinin içine yerleştirdikleri adamlarının verdiği bilgiye, başbakanın gidebileceği ya da gittiği her yere koydukları böceklere rağmen niçin hala onun yakınında olanları ayrıca telefon üzerinden de dinleme ve takip etme gereğini duyuyorlar? Bir suç isnat etmek için mi, suç aramak için mi yoksa bu bilgileri birilerine peşkeş çekmek için mi? Bütün bu soruları somut verileri ile cevaplamak kuşkusuz kolay değildir. Ama bildiğimiz bir gerçek var ki o da şudur: Gülenist eşkıyalar, eğer herhangi birisini derdest edecekse, dinleyecekse, işten atacaksa, itibarsızlaştıracaksa ya da malını elinden almak için şantaj yapmak istiyorsa önce emniyet içindeki ekibinin yönlendirmesi ve teknik desteği ile söz konusu kişi ile ilgili emineyete ya da ilgili kurum amirliğine isimsiz bir şikayet dilekçesi gönderilir. Bu isimsiz dilekçelerin tamamı çetenin elemanları tarafından yazıldığı konuşulmaktadır. Tabi bu senaryoyu hayata geçirmek için de her bir kurumun en üst yöneticisinin mutlaka kendi elemanları olması gerekir ki bu dilekçeleri işleme koysun. Söz gelimi bir üniversitede sevmedikleri birisi varsa ve rektör de onların elebaşı ise iş çok kolay. Hemen istenmeyen adamla ilgili isimsiz şikayet dilekçeleri verilir. Aynı kalemle ve aynı yazı puntoları ile yazılmış onlarca isimsiz dilekçe. Bir iki tane de sahte isimli dilekçe ve belki de bir tane de gerçek isimli dilekçe verilir. Bu dilekçelerin ardından ilgili kurum gerekli soruşturmayı yapar ve o kişiyi kurumda şeytanlaştırır. Ardından emniyet istihbarat devreye girer ve işi ülke güvenliği, memleket meselesi ve vatanseverlik retoriğinin içine dahil ederek yıkıcı-bölücü bir örgüt kurgusunu hayata geçirir. Casusluk iddiası ile göz altına alınan bütün emniyet görevlilerinin vatanseverlik ile ilgili “kurmaca” bir hikayelerinin olması da bu senaryonun bir parçasıdır. Ben örgüte katılımları engelledim, ben uyuşturucunun İzmir’e girmesine mani oldum, terörü ben önledim gibi hikayelerdeki “ben” vurgusu aslında kendisini kainat imamının kulu olarak görmesinin açık bir yansımasıdır. Esasında bir istihbarat şebekesi olan bu yapının kendisini uzun bir süre bu ülkeye bir “hizmet hareketi” olarak yutturmayı başarmış olmasını onların yeteneğine ve üstün zekasına değil, bizim saflığımız olarak yorumlama taraftarıyım. Hiç kimsenin aklına gelmedi mi bu nasıl bir hizmet hareketidir ki esas yapılanması emniyet, yargı ve maliyenin etrafında şekillenmektedir? Niçin topluma dokunacak alanlarda hiçbir varlıkları söz konusu değildir. En çok övündükleri ve öne çıkardıkları eğitim kurumları bile sadece belli bir kesime, zenginlere ve üst düzey bürokratlara ulaşma aracının ötesinde hiçbir işleve sahip değiller. Bütün bir toplumu kolayca aldatabilmiş olmak onların “şeytani zekalarına” olan güvenlerini pekiştirmiş olacak ki aynı senaryoyu pek çok alanda uygulamışlar. Ama zeka, rahmani olduğu zaman bir fayda sağlar, şeytani olduğu vakit ise cenetten kovdurur.
Mazhar Bağlı