Ezo Gelin gerçeğini anlamak ve hak ettiği yere oturmak için, akla gelebilecek bazı soruları cevaplandırmak gerekir. Daha doğrusu; girişte de belirttiğimiz gibi, “yaptıkları ve yaşadıklarıyla ünlenmiş yüzlerce kadın”dururken, neden Ezo Gelin diye soranlara verdiğimiz cevabı burada da tekrarlamak; bu sıradan kadına duyduğumuz ilgi ve sevginin sebeplerini anlatmak zorundayız.
Ama önce, Ezo Gelin olarak ünlenen Zöhre Bozgeyik’in kim olduğunu özetlemeye çalışalım.
Arkadaşları arasında ‘Ezov’, ‘Özo’, ‘Özey’, ‘Ezov’ ve ‘Ezo’ olarak bilinen Zöhre Bözgeyik, 1909’da Gaziantep İlimizin Oğuzeli İlçesi’ne bağlı o yıllarda bilinen ismiyle Uruş, günümüzdeki adıyla Dokuzyol köyünde dünyaya gelir.
Hakkındaki en önemli yazılı bilgi; güncellenen şekliyle kayıtlı olduğu nüfus kütüğünde yer almaktadır. Söz konusu kayıtlarda:
SOYADI : BOZGEYİK
ADI : ZÖHRE
BABA ADI : EMİR
ANA ADI : ELİF
DOĞUM YERİ : URUŞ
DOĞUM TARİHİ : Rumi: 1325/Miladi: 1909
MEDENİ HALİ : BEKAR
DİNİ : İSLAM
Olarak yer almaktadır. Güncellenmiş nüfus kayıt bilgileri ise şöyledir:
NÜFUSA KAYITLI OLDUĞU
İL : GAZİANTEP
İLÇE : OĞUZELİ
MAHALLE/KÖY : URUŞ (Dokuzyol)
CİLT NO : 8
SAYFA NO : 144
HANE NO : 14
Sıra No : 7
Nüfuz Kütüğündeki açıklama notlarına göre Zöhre Bozgeyik’in; nüfus müdürlüğüne tevdi edilen 21 ŞUBAT 1957 tarihli ölüm ilmühaberi üzerine aynı tarih itibariyle nüfus kaydı düşürülmüştür.
Gerçekte ise; Zöhre Bozgeyik gelin olarak gittiği Suriye’nin Carablus Kasabası Lüle Köyünde hayata veda etmiş; ölüm tarihi de 18 Mart 1956 olarak kazınmıştır mezar taşına.
BOZGEYİKLİ DEDE
Ezo Gelin’in babası Emir dede Oğuz’un Beydili boyunun Bozgeyikli oymağındandır. Tarihî bir çok kaynakta adı geçen Bozgeyikli Dede’nin soyundan gelmektedir.
Prof.Dr.Faruk Sümer: Kanuni Sultan Süleyman I. (1520-1566) devrinin ilk yıllarında Halep Türkmenleri arasında Beğdili kolunun 40 obadan oluşan ve başlarında beğ ünvanlı şahısların bulunduğu büyük bir Türkmen topluluğu olduğunu belirtmektedir.
Bu kırk obadan 26. ve 27. sıradaki Beğdili obalarının din ve tarikat adamlarından meydana geldiği görülüyor.
Bu obalardan birincisi Hoca Ali Şeyh adını taşımakta ve dört Şeyh ailesinden müteşekkil bulunmaktadır. Defterde bu şeyhlerin : “kadimden er OCAĞI olup, bir senede üç kelâmullah hatmedüp sevabın hazret-i Hüdâvendigâr’a (Kanuni) edâ ettikleri, duaları makbul kimesneler” oldukları kaydedilmiştir.
Yine şeyhlerden müteşekil bulunan ikinci oba Boz-Geyiklu adını taşıyor. Bu oba mensuplarının “kadimden vâcib ur-riâye kimesneler” oldukları evlerine “kurban, çerağ gelür dervişler idikleri” ve “hem mezkur Beğ-Dili cemaatinin uluları oldukları” söyleniyor.
Ahmet Yesevi soyundan bir şeyh olan ve Elbeyli oymağının piri, Boz Geyikli Dede’nin türbesinin Mumbuç (Mınıç) Kasabasının Kurudere’ye bir saat uzaklıkta olduğunu söyleyen A.Yalman, menkıbesini de şöyle anlatmaktadır:
Elibeyli’den çıkan Deli Ahmed’in sanına Boz-Geyikli derlermiş.
Boz-Geyikli, bir gün, Urum’a, Hacı Bektaş’a gitmiş, Bektaşi olmuş, keramet göstermiş veli olmuş. Ordayken bir gün elindeki, çövenini (asasını) güneye fırlatmış, çöven şimdi türbesinin bulunduğu yere düşmüş, çobanlar bu çöveni almak istemişler, ama kimse yerinden kaldıramamış. Mavalı Aşireti kaldırırız demişler, develere bağlamışlar, develerin hepsinin beli kırılmış, sonunda Boz Geyikli kendi gelmiş, çövenini almış, böylece aşirette ulu olmuş. Hacı Bektaş Veli, yanındaki adamlarına mertebe vermiş. Boz Geyikli buraya geldiği için her nasılsa ona mertebe vermeyi unutmuş. Boz Geyikli asasını Hacı Bektaş’a doğru fırlatmış, asa gelirken Hacı Bektaş; Nurhak Dağı’na “Tut Ya Nurhak!” demiş. Asa Nurhak Dağı’nı yarmış, sonunda Hacı Bektaş mertebe vermiş ve Boz Geyikli’yi (Bişiri’yi) doğru yola getirmekle görevlendirmiş. Boz Geyikli Deli Ahmet, aslen Tokat’lı olup aşiretinin Rakka’da bulunduğunu bildiği için buraya gelmiştir.”
Bu söylenceyi Kara Hasan Efendi’den dinleyen A.Yalman; aynı zamanda resimler de çizdirmiştir. Bu resimler oymak damgalarıdır. Sıraç topluluklarının mezar taşlarında da benzer fiğürler vardır.
Anılan söylencenin bir versiyonu da Tokat’ın Almus ilçesi Hubyar Köyü’nde türbesi bulunan Hubyar Sultan için anlatılmaktadır. Hubyar Sultan ve Boz Geyikli’ininde Ahmet Yesevi soylu olduğu anlatılmakta ve esas adlarda Ahmet olup, Hacı Bektaş’ın halifelerindendirler. Yine her ikisi de Beydili boyundan ve Tokatlı’dırlar. Bu söylence bize şu çağrışımı yapmaktadır: Acaba bu iki kişi gibi gözüken ulu zatlar aynı kişi midir? Hubyar Köyü’nde ve Tokat-Sivas-Yozgat Sıraç Topluluklarında anlatılan söylencelere göre Hubyar Sultan’ın 11 yıl Alanya ve Akdeniz yöresinde kalmıştır. Biz de bu söylencelerden hareketle bu zatların aynı kişi olabileceğini düşünüyoruz. Türbenin birisi makam (düşek) olabilir. Çünkü belgelerden anladığımıza göre Tokat-Sivas yöresinde iki tane Hubyar vardır. Biri 13.yüz yılda yaşamıştir, diğer 16. yüz yılda yaşamıştır. Güney’de yaşayan Beydili oymaklarını piri bunlardan bir olabilir. Çünkü, Boz Geyikli’in Tokatlı olduğu anlatılmaktadır ki bizin saptamamız da bir olasılıktır.
1656 yılında Tokat’a gelen Evliya Çelebi Seyahatnamesi’de: “Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayırlı ve bereketli dualarıyla bu eski tarihi şehir: Alimler konağı fazıllar yurdu ve şairler yatağıdır” Bu şu demektir: Yöre Alevi-Bektaşilerin yoğun olduğu bir yerleşim alanıdır. Evliya Çelebi bölgeyi dolaşır ve Eyalet merkezi (Yeni-İl) içinde; “Sivas eyâletinin sancakları şunlardır: Amasya, Çorum, Bozok, Divriği, Canik ve Arapgir, Sivas sancağı paşa merkezidir.” Demektedir.
Annesi Kabaağaçlı ailesinden Elif Hanımdır. Yedi çocuklu ailenin üçüncü evladı olan Zöhre, daha çocuk yaşlarda iken güzelliği ve cana yakınlığı ile görenlerin dikkatini ve sevgisini kazanır. Genç kızlığında güzelliği kadar gururu ve ağır başlılığı da tanıyanları hayran bırakır ve adı dilden dile dolaşmaya başlar.
O’nu köy meydanında, kuyu başında ya da köyün çevresindeki bağ ve bahçelerde görme imkanı bulan her delikanlı, mutlaka ve mutlaka ailesini Ezo’nun evine görücü olarak göndererek şansını dener. Bütün taliplerini ailesi aracılığı ile nazikçe geri çevirten Ezo, bir düğünde görüp tanıdığı Karaşıhlı aşiretinden Şiddoğlu Hanifi’ye biraz da ekonomik nedenlerle “evet” der. Yörede oldukça yaygın olan “değişik” usulüyle; Ezo Hanifi ile evlenirken, Hanefi’nin halası Hazik, değişik olarak Ezo’nun ağabeyi Zeynel’e verilir.
Ancak, bu evlilik uzun ömürlü olmaz. 17’inci ayında Ezo, bilinmeyen bir nedenle küserek baba ocağına dönmesiyle son bulur. Arkadaşlarının anlattıklarına göre; Ezo Hanifi’nin eski nişanlısı Selvi ile görüştüğü ve hala birbirlerini sevdikleri yolundaki söylentilerdir, Ezo’yu böylesine inciten.
İki yıl ayrı kalan çiftler, araya girenlerin bütün çabalarına rağmen barışmazlar. Hanefi umudunu tamamen yitirir ve evlendiği gibi iki şahit huzurunda boşar imam nikahlı eşini. Bu süre içinde de onlarca talibi kapısını çalar Ezo’nun. O ise içine kapanır. Kimileri beş yıl boyunca evinden dışarı çıkmadığını söylerken, kimileri de sadece Ramazan aylarında dışarıyla ilgisini kestiğini, günde bir zeytin ve bir tas su ile oruç tutup penceresiz bir odada çileye çekildiğini anlatırlar.
Beş yıl kadar dul kalan Ezo, Suriye’de yaşayan teyzesioğlu Abuzer Memey’in evlenme teklifini kabul eder. Abuzer geçimini kaçakçılık ve yarıcılıkla sağlayan yoksul bir insandır. Ezo’ya düğün yapamaz. Birkaç hayvana yüklenen çeyizle Suriye’ye gitmek üzere hazırlıklara başlar. Gelin alayı yola çıkmadan birkaç saat önce, ilginç bir olay yaşanır. Ezo birden bire ortadan kaybolur. Yakınları korkuya kapılır ve gidebileceği yerlerde aramaya koyulurlar Ezo’yu. O, her şeyden habersiz, sırtında bir çuvalla döner evine. Herkes merak içindedir. Çuvalda ne olduğunu soranlara; “Toprak… Memleketimini Türkiyemin toprağı. Hasretimi gidermek için zaman zaman koklarım; ecel geldiğinde, mezarımın içine ve üstüne dökerler. Vatanıma hasret gitmem diye aldım” der.
1936 İlkbaharında bir ikindi vakti, yanında akrabalarında birkaç erkekle birlikte yaşlı gözlerle Uruş’tan yola çıkar. Zöhre, Tılesvet, Zambır, Şibip ve Devehöyük köylerinden geçerek akşamın alaca karanlığında Suriye sınırına varır. Bu ayrılığı Ezo’yu tanıyan hiç kimse içine sindiremez. Uruş’u bir matem havası kaplar, köyün yarısı yakılmış, yıkılmış gibidir.
O güne kadar Ezo’yu arayıp sormyan yeni eşi Selvi ile mutlu bir aile tablosu çizen Hanefi, Ezo’nun Suriye’ye gelin gittiği gün aşkının farkına varır. Hemen o günün şafağında sazını alır eline ve yüzünü Suriye’ye dönerek bu gidişe ağıt yakar. “Bir ördek uçurdum Uruş gölünden/Tılesvet köyüne vardı mı dersin” diye, Ezo’nun güzergahını izler adeta. Ve bir daha elinden sazı, dilinden “yaralı yavrum” , ”dertli gelin” dediği Ezo’nun adı düşmez. En içli ağıtlarını bu dönemde yakar Zöhre için. Geceler boyu bir başına kaldığında, Ezo için söyler, Ezo’nun ayrılık ateşiyle yanıp tutuşur. Aşını, işini, barkını ve çocuklarını unutur gider.
Ezo 1950’lerin başlarına kadar zaman zaman gider gelir Türkiye’ye; vatanıyla, ailesiyle, akraba ve arkadaşlarıyla hasret giderir. Her gelişinde, bir çuval vatan toprağını sırtlayıp beraberinde götürmeyi unutmaz. Ne varki, sınır boyunca döşenen mayınlar, Ezo’nun bağını hem Türkiye’yle hem de hayatla koparır adeta. Vatan hasretine bir de yokluk ve yoksukluk eklenince, o yılların amansız hastalığı verem erim erim eritir Zöhre’yi
1956 Mart’ının 18’inde hayata veda eder. Mezar taşına; “Bahtı KaraEzo Gelin burada yatıyor, Türkiye’ye doymadan gurbet ellerde veremden öldü” diye yazılmasını vasiyet eder. Ancak bu vasiyet; “Fatiha Emir Dede Kızı Ezo Gelin. Doğumu: Türkiye’nin Gaziantep Vilayetinin Oğuzeli Kazasının Uruş Köyü.1909. Ölümü: Suriye’nin Halep Vilayetinin Carablus Kazasının Lüle Köyü. 18 Mart 1956” şeklinde değiştirilerek kazınır baş ucundaki taşa.Cenazesi vasiyeti üzerine, Bozhöyük’ün Türkiye’ye bakan yamacına gömülür. Sağlığında hasret kaldığı ülkesini, ölümünden sonra bu tepeden tam 45 yıl seyreder.
Görüldüğü gibi Ezo’nun gerçek hayat hikayesi; hayatı kadar kısa ve hayatı gibi sadedir. Özelliği ve güzelliği bu sadeliktedir. Ezo Gelin’i ve Barak kültürünü daha doğru anlamak için, gerçek zamandan ve mekandan ayrılıp geçmişe dönmeniz gerekir.
Bir an; sevdiği, aşık olduğu kadını elinden kaçırınca olmadık kepazelikler yapan günümüz gençlerini düşünün. Sonra; aşkından deli divaneye döndüğü Ezo’nun arkasından yaktığı ağıtlarda bir kez olsun adını anmayan köylü ve cahil Şiddo Hanefi’yi Bizi Ezo Gelin hikayesine çeken bu ruh inceliği değimlidir? 20 haneli bir köyde doğup 20 bin dönümlük bir coğrafyada en fazla 20 bin insanla tanışıp yaşayan ümmi bir kadının, mezar taşına “Türkiye’ye doymadan gurbet ellerde öldü” diye yazılmasını vasiyet etmesi ya da “Türkiyenin Gaziantep Vilayetinin Oğuzeli Kazasının Uruş Köyünden” diye kimliğini kazıtması yetmez mi Ezo’yu anmaya, anlamaya ve anlatmaya?
Ezo’yu ölümsüzleştiren kısa ve sade hikayesinin satır aralarına sıkıştırdığı bu yüce duygular ve düşüncelerdir gerçekte. Çoğu zaman farkına varılmamış olsa da kimliğinin sınırlarını zorlayan kişiliğidir Ezo’yu bu güne kadar yaşatan. Ezo’da ve Hanefi’de bulduğumuz, gerçekte son yüzyılda kaybettiğimiz insani ölçülerdi.
Yaşar Duru