GÖÇEBELİK ÇAĞLARI
Avrasya bozkırının en eski sakinlerini, hayat tarzları ve taşınabilir yaşama mekanlarına bakarak ilkel topluluklardan sayan Batılı tarihçilerin bir başka yanlışı da, göçebeliği her alanda ve her anlamda, tarıma dayalı yerleşik hayat tarzının gerisinde göstermeleridir.
Ne acıdır ki bu abartılı ve son derece tehlikeli görüş; Türk milli kültürünün mirasçıları arasında da hayli taraftar bulur. Keçe çadır ve göçebelik, uzun yıllar küçültücü sıfatlar olarak algılanıp kullanılır.
Oysa; ünlü etnotarihçi Arnold Toynbee; göçebe hayat tarzının insan becerisinin bir zaferi olduğunu ileri surer ve:
“Çünkü, hayvanların ehlileştirilmesi güç fiziksel şartlara uymak, çobanlık yanında askeri yeteneklerin doğması, çiftçilikten üstün bir çobanın ürünüdür” diyerek göçebe kültürünü savunur.
Rus etnolog Lev Nikolayeviç Gumilëv de Toynbee’nin görüşlerini destekler ve hatta daha da ileri giderek:
Coğrafya ve tabiat şartlarının Türk topluluklarını çadırlarda yaşamaya mecbur ettiğini; Orta Asya’nın soğuk kışlarının insanları şehirleri terk etmeye, sıcak ve kuru yaz günlerinin ise şehirlerin yakınında yaşamaya mecbur bıraktığını hatırlatarak; “Türklerin bu yüzden sabit mekanlar yapmadıklarını ve bağ-bahçe kurmadıklarını“ bütün sebepleriyle birlikte gözler önüne serer.
Bilindiği gibi, Türklerin Ortaasya’da ve hatta Anadolu’da mesken tuttukları taşınabilir yaşama mekanlarını bütün ayrıntılarıyla ve doğru biçimde tanımlamak mümkün olmadığı gibi, fiziksel yönüyle bir tek örnekle anlatmak da imkansız denilecek kadar zordur. Ancak; günümüzde Avrasya bozkırlarında atalarının yaşam tarzını sürdüren göçebe Türk boylarının çadırları ile gezginlerin anılarından ve anlatılarından yararlanarak Türk evinin eşkali belirlenip, robot resimleri çizilebilir.
Bu bağlamda; Bozkırlı Göçebeler ile M.Ö.1700’lere doğru tanışan Çinli gezginler ve kronikçiler eserlerinin bir bölümünü şimal komşularının yaşama mekanlarına ayırırlar.
Ak keçeden yapılmış değirmi çadırlara duyulan ilgi, Hunların Orta Asya Türk birliğini sağlamasının ardından, daha da artar. Çinlilerin 1500 yıl boyunca, bozkırlı atlı göçebelerin barınakları diye küçümseyerek andıkları keçe çadırlar, Hunların yükselişiyle birlikte iktidarın ve gücün simgesi olarak tasvir edilir. Orta Asya’ya ayak basan ilk Batılı gezginlerin ve en eski Yunan tarihçilerin eserlerinde de, benzer anılara ve anlatılara yer verilir.
Türklerin kitleler halinde ıslamiyeti kabul etmeleri, bu kez Arap gezginlerinin bakışlarını Türklerin yaşama mekanlarına çevirir.
Asya’yı bir uçtan bir uca gezen İbni Fadlan, Ebu Dulef, İbni Cübeyr ve İbni Batuta gibi Arap seyyahların eserlerinde; ak keçeden yapılmış değirmi çadırlardan ve bu mekanlarda yaşanan çekik gözlü ve kısa bacaklı insanların hayatlardan uzun uzadıya söz edilir. Türklerin ak keçeden değirmi çadırları öylesine ilgi çeker ki, Müslüman Arap tarihçiler, eserlerindebkimliğini veren Türkiye Türklerinden daha çok sahiplenir, kollar, korur ve günümüze kadar ulaştırırlar.
Türklerin ak keçeden değirmi çadırları öylesine ilgi çeker ki, bir çok kaynakta Hazreti Muhammed’in bir seferinde bu çadırlarda oturup ibadet ettiği belirtilir.
Yazılı tarihi kaynaklarda tasvir ve tariff edilen Hun ve Göktürk çadırları; tıpkı bugün göçebe Kazak, Kırgız ve Türkmenler ile Anadolu’da yaşayan yörüklerin barındıkları taşınabilir mekanlar gibi iskelet ve keçe örtüden oluşur. Kullanılan malzemeler ve benzer fiziksel öğeleriyle zamana ve coğrafyaya göre bazı değişiklikler gösterse de, mekan düşüncesi, kurgulama mantığı ve geleneği hep aynı kalır.
Yaşar Duru