İSLAMİYETTEN ÖNCE
HAREM VE SELAMLIK
Harem ve selamlık…
Her iki kelimenin de asıllarının Arapça olmasından yola çıkılarak, harem ve selamlık kurum , kavram ve bölümlerinin Türk aile ve ev geleneğine ıslamiyetle birlikte girdiği ileri sürülür.
Oysa; Selçuklu ve Osmanlı dönem lerindeki sebep, sonuç ve şekliyle olmasa da, harem-selamlık gerçeği, tarihimizin Hun çağlarından beri Türk ev geleneğinde önemli bir yer tutar.
Bilindiği gibi Eski Türk devletleri savaş ve il almak ideali üzerine kurulur. Varlıklarını da savaşarak sürdürür; “göç orduları”nın peşisıra sık sık yer değiştirmeyi, hayat tarzı haline getirirler.
Bu durum; sefere çıkan Han, Hakanlar, vezir ve asker yöneticileri, ailelerini de yanlarında götürmeye zorlar. Daha sonra sefere çıkan askerlerin eş ve çocuklarının da ordunun peşine takılmaya başlamaları üzerine; “göç orduları” adıyla Türk tarihine geçen yeni bir güç oluşur. Bu olgu: ister istemez kadın-erkek ilişkilerini düzenleyen bir takım kurum ve kuralların belirlenerek hayata geçirilmesini zorunlu kılar.
Harem de başlangıçta bu göç orduları bünyesinde ve Türk hakanlarının otağlarında kimlik kazanır.
Bir çok odadan oluşan otağın bir bölümü Hakan’ın eşine, kız çocuklarına, cariye ve hizmetçilerine ayrılır. Bu bölüme, hakanın hizmetinde bulunan ve Göktürklerde cariye anlamına gelen Kün denilir. Uygurlar sadece Harem anlamında kullanırlar.
Ancak; hakan otağının kün bölümü, bilir bilmez herkesin hakkında söz ettiği Osmanlı sarayının ya da vezir, bey, paşa konaklarının harem daireleri gibi, dışarıdakilerin içeriyi ve içerdekilerin dışarıyı görmelerine izin verilmediği bir hapishane olmadığı kesindir.
Hakanın başhatunu, kurultaylardan yabancı elçilerin kabulüne kadar, bir çok törene katılır ve fikirlerini açıklama hakkına sahiptir. Kadının erkeğinin peşi sıra savaşlara gittiği ve gerektiğinde savaştığı Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı ve Selçuklularda; harem, yabancıların girmelerine izin verilmeyen yerdir.
Bu mekanlara konuk olan Çinli, Hintli, Arap ve Bizanslılardan hiç biri; bir yerden başka bir yere taşıma ve kuruluş kolaylığı ile sıcaklığı açısından keçe çadırlarla boy ölçüşebilecek herhangi bir kerpiç veya taş evin varlığından söz edemez. Çinli şair Bo Ts’zuy, 8. Yüzyıl başlarında Çin saraylarının avulalarına keçe çadırlar kurularak, en üst düzeyde yöneticilerin kış günlerini orada geçirdiklerini anlatır
Bizans ımparatoru, Göktürk Hakanı’nın kendisine armağan ettiği çadır karşısında hayranlığını gizleyemez. Aynı şekilde ıstemi Han’ın çadırına kabul edilen Bizans elçisi Menander gördüğü ihtişamı anlatacak kelimeleri bulmakta zorluk çektiğini anlatır anılarında.
Çadır ipek kumaştandı ve kırmızı boyalarla zevkli bir şekilde süslenmişti. Şarap içtiler; ama, bizim üzüm suyundan yaptığımız şarap değildi. Galiba tuhaf bir barbarca ismi vardı.
Diğer bir gün yine ipek pamuklarla süslü başka bir çadıra alındık. Burada çeşitli heykeller vardı. ıstemi Han altından yapılmış bir tahtta oturuyordu. Ortada altın tabaklar, sürahiler ve maşrapalar vardı. Ertesi gün başka bir otağa geçtik. Burada altın kaplama bir miktar ağaç vardı ve oturaklar altındandı. Otağın karşısındaki büyük salonda uzun kürsüler vardı ve üzeri pekçok gümüşle kaplıydı. Kap-kacaklar, sepetler ve dört ayaklı tabureler vardı ve hepsi gümüştü. Hiçbirşey bizdekilere benzemiyordu.
Menanderin anlattığı otağ, ipek kumaş, altın ve gümüşten yapılmış lüks eşyalar elbette günümüze kadar yetişip gelmez. Ağaçlar ve kürkler çürür, altın ve gümüş eritilip başka şekillere dönüştürülür, silahlar ve diğer eşyalar toprağın altında çürüyüp gider. Zaman çadıra dair bazı düşünceleri de değiştirir. Göktürkler çağında zenginliğin ve aristokrasinin yaşama mekanı olan çadır, Uygurlar döneminde tabana yayılır. Zengin ya da yoksul, bütün Türkler aynı tarzda kurulmuş çadırlarda yaşamaya başlarlar.
Yaşar Duru