Göçebe obalarında ve köylerde yaşayan Türk kadını evde olduğu kadar tarlada, otlakta ve sokakta da erkeklerle yanyana özgür bir yaşam sürdürür.
En eski çağlardan beri başlık geleneği olsa da, görücü usulü evliliklere rastlanmaz. Kadın erkeği, erkek kadını görüp beğenmeden ve hatta tanışıp konuşmadan, ebeveynler evlilik kararı veremez. Gerek eski Türk destanlarında, gerek Dede Korkut hikayelerinde ve gerekse yabancı gezginlerin anılarında bu gerçek açık bir biçimde anlatılır.
Oba, köy, kasaba ve hatta küçük şehirler de yaşayan Türk topluluklarında “kaç-göç” olmadığı için, evlilik yaşına gelmiş kızların ve erkeklerin birbirlerini görüp konuşmaları her zaman mümkündür. Düğün, bayram, yuğ, şölen ve tören gibi etkinlikler bu görüşmeler için en uygun ortamı oluştururlar.
Birbirlerini beğenen çiftler evlilik isteklerini; önce bakışmak, karşılıklı oynamak ve yarışmak gibi hareketlerle anlatırlar. Kendi aralarında ka rar verdikten sonra; delikanlı akraba veya dostlarından birini kızın ailesine koşulları öğren mek üzere sağdıç olarak gönderir.
Sağdıçlığı üstlenen baba, anne, akraba veya dost, sebeb-i ziyaretini önceden bildirerek belirlenen uygun bir zamanda kızın ailesine konuk olur. Kız babası sağdıcı çadırın dışında, eşiğin hemen önünde karşılar. Sağdıç kızını iste yeceği evin reisi önünde diz çöker.
Evinin eşiğinin önünde, şimdi diz çöküyo rum. Senin evine geldim, baylığına sevindim.
Evinin başını istemek için, çözülmez bağlarla sağdıçlık bizi bağlasın. Yanaklar nasıl ayrılmaz sa, zırhın yakası nasıl kopmazsa, bizimle akraba lık bağları, kayın kabuğu gibi sağlam, ince çift dikiş gibi sık olsun. Niyetim bıçağın sapını, kaza nın kulpunu istemektir.
Diyerek; evin başı, bıçağın sapı, kazanın kulpu diye nitelendirdiği kızı ailesinden ister. Aile reisi, önce kızıyla konuşur ve onun rızalığını gösteren mendili vermesinin ardından kararını sağdıçlara bildirir.
Eski Türklerde evlenmek, sönmez bir ateş yakmaktır. Bu inançladır ki evlilikler, günlerce süren coşkulu düğünlerle bütün obaya duyrulur. Gelin damadın ailesinin gözünde, bugünki gibi el kızı değil; evi aydınlatan ışık ve yanan ocağın neşesidir. Gelin de eşinin ailesine aynı duygularla yaklaşır.
Evlendiği gün eşiyle birlikte kayınatasının önünde diz çöker. Kayınata:
“Hayatın uzun olsun. Günlerin sonsuz ol sun. Aklın çabuk işlesin. Ruhun çabuk kavrasın!.
Akrabaların seninle hiç çekişmesin!.
Gıdan besleyici olsun. Aşların bol bol aksın..
Ateşin ısı versin. Oturduğun yerin külü bol olsun.
Koyun ve kuzu sürülerinden daha çok neslin olsun.
Yabani horozun yavrularından daha çok çocuğun olsun.
Bir ardıl doğurasın.”
Diye dualar ederek gelinine hoş gelin der.
Anneler de yüzyıllar boyu bebeklerini ocağın yanında dünyaya getirirler.
Mavi gök gibi yağız yeri de kutsal kabul eden eski Türkler, çocuklarının dünyaya geldiği anda varlığı oluşturan dört elementi bir arada duymasının ona güç vereceğine inanırlar.
Bu inançla doğuma az bir zaman kala, aile reisi sönmeyen ocağın yanına elenmiş kilden bir yatak hazırlar.
Hamile kadır doğum sancıları başladığında, ayağı eşiği ve gözleri tünlükten görünen mavi göğü gerecek şekilde bu kil yatağa yatırılır ve doğum burada gerçekleşir.
Bebek göbeği kesildikten sonra bu kil zemine sırtüstü uzatılır.
Oturup yürüyecek yaşa geldiği ana kadar yatırıldığı salıncağın içine de yine kilden döşek yapılır. Böylece doğanın da, doğum yapanında aynı anda toprak, ateş ve hava ile teması sağlanmış olur.
Doğan bebek kızsa ana-baba tebrik edilir. Tebrike gelen konuklara pasta, çörek ve şerbet sunulur.
Bebek erkekse, aile reisi bebeğin başucuna bağlanan beyaz mendili ya da kumaş parçasını çadırın girişine asar.
Bebeğin ismi doğumunun dokuzuncu günü şamanın katıldığı ve dualar okuduğu bir törenle koyulur
Yaşar Duru