Şehirler ve insanlar bulundukları coğrafyanın, tabiatın, zamanın, kültürün ve siyasetin karşılıklı etkileşimi ile şekillenir ve bu güçlerin ortak ürünü olarak vücut bulurlar. Bu birliktelik, şehir ile insan arasında çok yönlü, güçlü, zorunlu ve uyumlu bir ilişki doğurur.
İnsan bir yönüyle dili, dini, kokusu, rengi, edası, tarzı ve tavrıyla içinde bulunduğu sosyal ve fiziksel çevrenin çocuğudur. Diğer yönüyle de yaşadığı şehri şekillendiren; onaran, çeşitlendiren, zamanın istek, düşünce ve duygularını mekanın dokularına yansıtarak mensubu olduğu ortama özgü ölçüler ve değerler sistemi kuran büyük ustadır.
Şehir ve insana bu açıdan bakıldığında; Urfa’da içiçe, karma bir sosyokültürel yapı göze çarpar.
Bir yandan Ermeni, Süryani, Yahudi gibi gayrımüslim etnik unsurların 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar şehir ve çevresinde yaşamış olmaları; diğer yandan bölgenin erken dönemlerde İslam kültür dairesine girmesiyle yoğunlaşan Müslüman-Arap nüfus akını ve Osmanlı asırlarında Çerkez, Kürt ve benzer farklı etnik grupların zorunlu iskanı gibi sebepler, ister istemez, böylesine çok renkli ve karma bir kültürel yapının oluşmasına uygun zemin hazırlamıştır.
Fakat ne var ki; bu iç içe ve karma dokuya hakim olan ana renk tarihimizin Osmanl› çağlarında şekillenerek üç kıtaya yayılan Türk-İslam kültürüdür. Mimari yapılarda “Şeyh Maksut Türbesi”, “Hasan Padişah Camii” gibi “Selçuklu Rönesansı”nın izlerini taşıyan eserlere rastlansa da, Urfa’nın hayatlı taş evleri ruhu ve bedeniyle Osmanlı’dır.
Çin Seddi’nden Adriyatik’e uzanan geniş coğrafyaya kök salan Türkçe konuşan toplulukların, özgün yaşama mekanları bu ilişki ve etkileşimin yüzyıllar içinde şekil verdiği ölçü ve değerler manzumesine göre tasarlanır. Gelenek diye de adlandırılan bu ölçü ve değerler sisteminin her yerinde insan vardır. Daha açık bir ifadeyle söylersek; herşey insana göre, insan tarafından ve insan için kurgulanır.
Bu çerçevede tasarlanan sahnenin önünde ve arkasında tek başına ve özgür iradeli bireyler vardır. Bireyler emek verdikleri oranda sahiplendikleri ve sahiplendikleri nispette memnun ve mutlu oldukları evlerinde: ne yapacaklarına, nasıl yaşayacaklarına, nerede yemek yiyip nerede yatacaklarına kendileri karar verirler. Göz nuru ve alın teriyle vücut verdikleri yaşama mekanlarını kendi hayat felsefeslerine göre düzenlerler.
Bu felsefenin ana ekseninde “birlik” fikri yer alır.
Allah birdir.
Evren birdir, dünya bir.
İnsan bir, beden bir, ruh birdir.
Bütün birlerin altalta, üstüste ve yanyana birlikteliği; çarpımı, bölümü, toplamı ve farkı yine “bir”dir.
Her “bir”ey tek başına “bir”dir; ama, “evrendeki bütün birleri kuşatan bir”in parçası olduğunun tabi ki farkındadır. “Bütün birleri kuşatan bir”e inanan insan: Varlğının diğer birlerle yanyana, omuz omuza ve uyumlu birlikteliği oranında anlam ve değer kazandığını bilir. Yaşama mekanlarını ve şehrini bu felsefenin gereklerine göre tasarlayıp düzenler.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin; “Bir olalım, dir(i) olalım, ir(i) olalım” özdeyişiyle ölümsüzleştirdiği özgün düşünce ve inanç yolunda; Biriliğin, dirliğin ve iriliğin “birlik”te; “birlik”in bütün “bir”lerin birlikteliğiyle var olduğuna bütün varlığıyla inanır. Varlığa, hayata, ölüme ve sonrasına hep birlik penceresinden bakar. Evreni, dünyayı, doğayı, eşyayı ve insanı, söze ve yazıya kolay kolay dökemediği bu birlik ortamında algılar ve çözümler.
“Bir”eyi, “bütün birleri kuşatan bir”den ötürü sever ve hoş görür.
“Komşuluk hakk›” diye “en üstün bir hak”ın toplum hayatına hakim olması, birlik fikrinin zikrinden başka bir şey değildir.
Birlik inancı, asırlar boyu altında barındığımız ve içinde yaşadığımız yaşama mekanlarının bütün ölçeklerine, bölmelerine ve kurgulamalarına da yansır. Geleneksel Türk evinin; çadırdan çardağa, köşkten konağa uzanan bütün tipleri; bahçesi, bahçe duvarı, odası, sofası, hizmet alanları ve içinde yaşanan hayat serüvenleri ile kainatın kopyasıdır sanki.
Keçe çadırın tepeliği, divanhanenin kubbesi odaların, eyvanların ve sofaların tavanları biçim ve renkleriyle, gezegenimizi kuşatan sonsuzluğu; işlemeleri güneşi, ayı ve yıldızları simgeler.
Çevresini kuflatan dört elementi her an gözünün önünde tutar.
Zemin toprakır. Pencere hava. Ocak ateştir, Kuyu da su.
Her bölüm ayrı bir dünyadır.
Avlu, hayat, ciğerbağ veya bahçe yurttur; insana özgü bağımsızlğı ve özgürlüğü anlatır.
Tek veya iki katlı bina; oba, köy, kasaba ve şehir demektir; bir arada, yan yana, omuz omuza dayanışmanın sergilendiği ve aşın, işin, kederin, sevincin paylaşıldığı yerlerdir.
Oda yuvadır, ana kucağı gibi sıcak ve koruyucu; duvarlar hak ve özgürlüklerin sınır çizgisi gibidir.
Divanhane, eyvan ya da sofa; Tanrı yeridir ve kutsaldır.
Evin bazan mabet anlamına gelen bark sözcüğüyle birlikte, “ev-bark” diye anılması da, bu inancın sonucudur.
Tabana serilen halının deseni ve rengi, doğa ve toprağı hatırlatır.
Mekana anlam kazandıran bu algılayış, zamana da hakimdir. Evin bir gününde insan, ömür denilen yıllara sari serüveni yaşar.
Sabahlar doğuştur, başlangıçtır. Hayata atılan ilk adımdır. Temizlik, giyinme ve beslenme coşkuyla ve bebekçe ölçülerle yapılır. Hizmet bölmelerinde, bahçede, çarşıda, pazarda, sokakta ve mabette yaşanan gündüzler, hayatın ta kendisidir; rengarenktir, iç içe ve inişlı çıkışlıdır. İlk anları çocukça hesapsız ve ataktır.
Gün ortası daha planlı ve olgundur.
Son saatler sular gibi durgun, yorgun ve yeni bir hayata hazırlıkla geçer. Eve dönüşün işareti olan akşam karanlığı, ömrün son demlerini düşündürür insana.
Akşam mahşeri hatırlatır; insanın kendi kendisi ve sorumlu oldukları herşeyle yüzleşerek, hesaplaşma saatleridir. Sofada, eyvanda, odada ve hayatta bir araya gelinir, yenilir, içilir; dün, bugün ve yarınlar konuşulur.
Gecenin sessiz karanlığı ötesi bilinmeyen ölümü çağrıştırır. Odalar mezar olur; oralarda neler olduğunu, ancak ve sadece içinde yaşayanlar bilebilir.
İnsanımız; arsasına evreni, binasına dünyayı sığdırdığı bu mekanlarda bütün bir ömür her gün yeniden yaşar. Farkına varılmasa da, sürekli bir eğitim alınarak, “bir”lerle birlikte, “bütün birleri kuşatan bir”in bir parçası olarak “bir”ey olur.
Hayatlı taş evlerimiz, insanımızın iki bin yılda kurduğu kendine özgü bu hayat felsefesinin, duyuş, seziş, anlayış, algılayış ve uygulayış biçimlerinin oluşturduğu koca bir kültürün yaşadığı ve yaşatıldığı mekanlardır. İnsanımızın kendine özgü evreni, kendi eliyle kurduğu dünyadır.