BİR LİSAN BİR İNSAN, İKİ LİSAN İKİ İNSAN VE ÜÇ LİSAN ÜÇ İNSAN
Dil, ilk anlamı ile bir duyu organımızdır. Yediğimiz yiyeceklerin tadını alır, yediğimiz yiyeceklerle karnımızı doyururuz. Ama tadına vararak yediğimiz yiyecekler, bize aynı zamanda keyif verir. Benim vurgulamak istediğim” dil” sözcüğünün “konuşma” manasına gelen anlamıdır.
Dünyayı bir pastaya benzetirsek, her diliminde farklı bir dil konuşulur.
Nasıl ki yedigimiz yiyeceklerin tadına varmak için tadıyoruz.
Dünyanın ve dünyada olanların farkına varmak için de dünyaya benzettiğimiz pastaların en az üç diliminin tadına varmak lazım.
Kendi ülkemde, her insanla yaş sınırı tanımadan, rahatlıkla iletişim kuran bir insan olarak, dilimi iyi kullandığımı düşünüyordum. Nasıl ki ülkemin dışında bir yere gittim.
O zaman bu konunun önemini anladım. Aklımca bir başka ülkede de dilediğin gibi dolaşacaktım.
Çünkü özgürce dolaşmak için aklım, telefonum ve param vardı.
Anahtarımı, paramı ve telefonumu alarak, kapıdan çıktım.İşte tam bu sırada oturduğumuz binaya girmek üzere,güler yüzlü yaşlı bir hanımla karşılaştım.
Alçak bir sesle bir şeyler söyledi.
Kendi ülkemde; kapıcı, bahçıvan, güvenlik görevlisi veya tanımadığım insanlarla merhabalaşan,pencereden bakanca hatır sormadan geçmeyen ben ;duymayan ,konuşmayan bir insan gibi, boş bakışlarla adımlarımı sıklaştırarak oradan uzaklaştım.
Bu olayı önemsememiş, kendime olan güvenimi kaybetmemiştim.
Çantamda param vardı. Etiketlere bakarak fiyatları da okuyabiliyordum.
Öyleyse alışveriş yapabilirdim. Caddedeki ayakkabıcı dükkânlarının vitrinlerini sırayla gözden geçiyordum.
Bir ayakkabıcı dükkânın kapısını iterek, içeri girdim. Evden çı karken ne alacağımı bildiğim için, bir ayakkabıyı elimde işaret ettim.
Tezgâhtarın sorduğunu anlamadım. Sanıyorum kaç numara? Diye sordu.
Cevap yok. Hemen aklıma geleni uyguladım. Bir kâğıda 37 yazdım.
Bunu başarmıştım.
Elinde kahverengi bir botla gelen Tezgâhtara; siyah olsun demeyi nasıl başaracaktım.
Başka siyah bir bot göstersem, bu sefer onu getirecekti. Bu kez de şans bana güldü!
Tezgâhtar kızın saçları simsiyahtı.
Bir elimle saçını işaret edince, hemen siyah bir bot getirdi.
Renk, numara doğru, fiyatı da okumuştum.
Sıra konçlarının uzun veya kısa olmasını söylemeye gelmişti.
Uzun bir çizme istemiyordum.
Ayakkabı benzeri kısa olmasını da istemiyordum.
Orta boy bir bot isteyecektim.
Bunu nasıl anlatabilirdim?
O anda aklıma resim yapmak geldi .
Kalemin benden daha güçlü olduğunu en iyi orada anladım.
Çünkü kalem olmasaydı, bot resmi çizemezdim.
Hızlıca üç tane bot resmi çizdim.
Kısa, orta ve uzun.
Orta boy botun altına ok çizerek,aşağı doğru oku uzattım..
Sonra da ayağımı gösterdim.
Biraz sonra botu getirdi.
Bu kez bot ayağıma olmadı.
Tezgâhtar “çekecek” getirdi. Bu da sorunu çözmedi.” Ayağıma girmiyor, diyeceğim”.
Ama hangi dil ile!
Tezgâhtarın her gün yüzlerce defa yaptığı iş olduğu için, bana 37,5 numara bir bot getirdi.
Sonunda ayağımı yerleştirdim.
Birkaç adım yürüdüm.”
Tamam, alıyorum” sözünü nasıl söyleyecektim?
Hemen cüzdanımı açtım. Parayı çıkardım. İşin sonuna geldiğimizi ikimiz de anlamıştık. Botları poşete koydu. Çıkarken sağ elimle kapıyı açıp, sol elimi havaya kaldırıp vedalaştım. Sadece kendi dilimizi bilmek, yaşadığımız dünyayı, teknolojiyi, bilimi, dünyanın başka yerlerindeki yaşamları, özgürlüğü, demokrasiyi, haksızlığı, insan haklarını ve değişen dünyaya ayak uydurmak için dünyadaki “ dil” pastasından yememiz gerekir.
Önce bir, sonra iki, daha sonra üç dilim bu pastadan yiyelim ki; bir bot almak için, bir kalem bizi ezmesin.
BİR LİSAN BİR İNSAN, İKİ LİSAN İKİ İNSAN, ÜÇ LİSAN ÜÇ İNSAN DEMEKTİR.
Edibe AYDIN( KAHYA)
10/02/2019