Mevlâna için Şems gelince söz bitmiş, aşk başlamıştır. Aşk hali yalnızca yaşanır. Aşk başlı başına mahluktur. Divan-ı Kebir, aşkın, kendini sevgiyle anlattığı şiirlerden oluşmuştur.
Mevlâna, yaşadığı yüzyılın bütün kültürel birikimini dağarcığında toplamıştı. Tasavvufî bir terbiyeden geçmiş, dört beş dilin birden konuşulduğu bir topluma önderlik etmişti. Tabîî bilimlerle ilgilenmişti. Sonuç olarak bütün duyularını kullanarak hayatı algılamaya çalışmıştı. Bunların da çok ötesine geçerek metafizik bir âleme köprüler kurmuştu. İşte Divan-ı Kebir'de bunların bütünüyle büyüyen ve her yönüyle açılan şuur, hakiki bir aşk ile birleşince kendine bir dil kurdu. Bu dil Divan-ı Kebir'i doğurdu.
Divan-ı Kebir'deki şiirler gerçek bir iç patlamanın yakıcı lav parçaları olarak şuuraltından taşmasıdır. Yeniden doğuşun sancı sancı görüntülenmesidir. Bu şiirlerde, başka tasavvufî şiirlerde olduğu gibi şablon bir tasavvufî hal seçilerek kullanılmaz, insanlara tasavvuf aracılığı ile bir şeyler aktarılması amaçlanmaz. Bu şiirler, Mevlâna'nın doğrudan hayatının seyri içinde yaşadığı manevî hallerdir. Çıktığı tasavvufî yolculukta an be an hissettiği fırtınalar üzüntüler, ümitler, ümitsizlikler, coşkular şiire dökülür.
Divan-ı Kebir pişme günlerinin eseridir. Mevlâna, şiirlerine tabiattaki aşk ritmini, aşk estetiğini, aşk hareketini sokar. Çünkü aşka kendisi gibi itirazsız teslim olan bir tabiat vardır. Mevlâna Divan-ı Kebir'de kendine bu aşktan metafizik bir âlem kurar.
Divan-ı Kebir'deki şiirlerde Mevlâna, kendi adını yahut mahlasını hiç kullanmaz. Kendisine bu şiirleri yazdıran aşktır, o da aşkı temsil eden dostlarının adıyla imzalar şiirlerini. Bazen "Şems", bazen "Selahattin", bazen de "Hamuş". Sonradan kendi adıyla esere girmiş olan şiirler Mevlâna'ya ait değildir. Bu eserin bir diğer ismi de: Divan-ı Şems-i Tebrizi'dir.