SIDIKA-1
Düğün daveti için Bozova'nın Boyunsuz köyüne gidiyoruz. Düğün bahanesi ile aslında çoktandır göremediğim arkadaşım Mustafa'yı görmekti. Mustafa benim askerlik arkadaşımdır. İstanbul-Üsküdar’dan, Alemdağ’a gitmek için, Üsküdar Belediye otobüsüne binerken tanışmıştım. Otobüs beklerken, baktım gencin biri giyim konuşma tarzı bizim oralara benziyordu. Gelip geçene bir şeyler soruyor. Soranların yüz ifadesinden beden hareketinden anlıyorum ki soruya bilmiyorum cevabını alıyordu. Garibim perişan haldeydi ve gün batmak üzerinde olduğundan telaşlandığı belli oluyordu. Yanına gelerek Kürtçe sordum, “kardeşim sen nereye gideceksin” deyince bizimkinin gözleri açıldı. Sevinci her halinden belli oluyordu. “Alemdağ'a gideceğim de hangi otobüs gidiyor, geç kaldım. Alaya teslim olmam lazım” deyince, “asker misin?” Sorusuna başıyla onayladı. “Gel dedim ben de oraya gidiyorum, adın ne?” “Mustafa” dedi. Mustafa, tanışmamızdan çok memnun oldu. Zira kendisinin okuma-yazması yoktu. Türkçesi çok zayıftı kendini ifade etmede çok zorlanıyordu. Şehir de büyümenin verdiği avantaj ile bilmediğimiz yerlere gittiğimizde kolaylıkla aradığımız yeri buluyorduk.
Mustafa, Kürtçe diline çok hakim ve zeki bir çocuktu. Türkçeyi bilmediği için, tanıştığı Türkler ona geri zekâlı muamelesi yapıyordu ki, bu da onların en büyük yanılgıları ve önyargıları idi. Mustafa ile birlikte Alaya gidip, askerlerin deyimi ile teslim olduk. 18 ay boyunca aynı bölükte kaldık. Kendisine gelen mektupları okuyor, gelen mektuplara cevabını ben onun adına yazıyordum. Mustafa'nın Türkçeyi bilmeyişi ona çok zor anlar yaşatıyordu. Özellikle Trabzonlu bir Çavuş vardı. Mustafa'ya çok hakaret ediyordu, onu resmen aşağılıyordu.
Bir gün, bu Trabzonlu Çavuş'la karşılaşınca sordum; “Bizim Mustafa'dan ne istiyorsun?” “Ne isteyeceğim da, adam olsun zır cahilin tekidir” diye cevap verince ben de ona kızarak; “Topal Osman'ı tanıyor musun?” diye sordum. “Tabii bizim Türk büyüdüğümüz” dedi. “Ama sen Türk değilsin, sen Laz’sın Laz.” Deyince bana cevap vermeye hazırlanırken, Bölük komutanının yaklaştığını görüp hızla yanına gidip tekmil verdi. Ben de hızla uzaklaşarak koğuşuma geldim.
Mustafa’da ranzasında oturuyordu. Biraz dalgın, hal- hatır sordum. Selçuk Çavuş'un yaptıkları canını sıkmış. “Ez son duxum, xedé ezi wi béqujim” (Allahıma yemin olsun onu öldüreceğim) Mustafa, Selçuk çavuşla konuştuğumu bilmiyor. Olup bitenleri anlattım. O çavuşu şah damarından yakaladım. Ona öyle bir laf ettim ki, o bu gece uyuyamayacak. Yatağında doğum sancısı çeker gibi kıvranıp duracak. Merak etme artık sana karışamayacak. Bu saatten sonra onun derdi benim. Benle uğraşacak Mustafa sen tasalanma rahat ol. Bu askerliği birlikte bitirip, birlikte Urfa'ya döneceğiz.”
Bozova yolunda aracın ani fren yapması ile hafif öne kaymam sonucunda kendime geldim. Boyunsuz köyüne doğru giderken, 40 yıldır görmediğim Mustafa kardeşimin anıları önümde canlandı. Birlikte kaldığımız 18 ay boyunca anıları önünde film şeridi gibi gözlerimin önünde geçiyordu. “Niye sert fren yaptın Ekrem?” “ Cemal abi sen görmedin önüme fırlayan bir tilki geçti” Deyince hep birlikte bastık kahkahayı. Meğer benim dalıp gittiğimi gören Ekrem, mızıkçılığından frene basmış. Aracımız hızla Bozova’yı geçip Boyunsuz Köyüne doğru ilerliyoruz. Bir müddet sonra köye giriş yaptığımızda davul sesleri geliyordu. Aracımızın yaklaştığını gören Mustafa, hızla yanımıza yaklaşarak Park yerini gösterir. Araçtan İner inmez sıcak bir karşılama ile “Tertip, brez Cemal té be xer hati (Cemal kardeş Hoş geldin) “Hoş bulduk” deyip, özlemle hasretle sarıldık birbirimize. Dile kolay tam 40 yıl oldu görüşmeyeli. Mustafa, çok zeki çocuktur. Yolda görsem tanımazdım, o beni tanıdı. Davul eşliğinde halay çeken gençlerin yanından geçerek, evin odasına girdik. Mustafa ile hasret gidermek için koyu sohbete daldık. O, okuma yazması olmayan Mustafa’nın evin bir köşesini kitaplık yapmıştı. Kitaplığında, Türkçe ve Kürtçe Kitapları da göz kamaştırıyordu. Askerlikten sonra, hem işini geliştirmiş, hem de fırsat buldukça kitap okuyarak bilgi dağarcığını geliştirmişti.
Köyden gelenler en çok beni merak etmişler. Mustafa'nın asker arkadaşı gelmiş diye. Mustafa, ömrü Hayatında ilk kez il dışına çıkmıştı. O da askerlik için İstanbul'a gelmişti. Onun dışında hayatı hep bu köyde geçmiş. Çocukları Urfa'da okuduğundan, okumak istediği kitabı getiriyorlardı.
Mustafa'nın kız torunu evleniyordu. Damat tarafı da akraba idi. Kürt kültürüne gelenek görenekleri içerisinde düğünleri yapıldı. Biz de iştirak edip, şahit olduk. O gece Mustafa'nın misafiriydik.
Ertesi gün erkenden kalkıp Mustafa'nın bahçesini gezdik. Bahçede açılan artezyen kuyusu sayesinde adeta çölün ortasında bir vahayı andırıyordu. Köylülerle sohbet ettik. Mustafa'nın askerlik arkadaşı diye saygı gösteriyor, samimi sohbetlerde bulunuyorlardı. Köylülerle konuşurken bazen Sıdıka diye birinden örnek veriyorlardı. “Aynen Sıdıka teyze gibi” demeleri kulağımı tırmalamıştı. Köy sohbetlerinde, iyilik üzerine, sözünün eri olma, asil davranış gibi konular işlenirse, ağız birliği yapmışçasına; “Aynen Sıdıka gibi” demeleri dikkatimi çekti. Kimdi bu Sıdıka? Yaşıyor mu, hiç bir bilgim yok.
Mezopotamya uygarlığının bir parçası olan sözlü edebiyat, dededen toruna aktarılan efsanelerle doludur. Yaşadıkları felaketleri yıllar geçse de, hafızalarda kaydedilir. Bu coğrafyada yazılı tarihten ziyade sözlü aktarımlar esas alınır. Bu sözlü anlatımlar ile yazılı resmi tarih asla birbirini tutmaz. Biri siyahsa diğeri beyazdır. Bu denli birbirine zıttır. Bundandır anlatımlarda bir doğallığı yakalarsınız.
Hızla eve geçtiğimde sordum; “Mustafa bu Sıdıka kim, yaşıyor mu?” diye sorunca, “maalesef bu dünyadan göçeli 20 yıl oldu.” Çok cesaretli bir kadın. Onun yaşadıklarını Allah bir daha hiç kimseye yaşatmasın.” Demesinden yine bir şey anlamadığımdan tekrar sordum; “Bak Mustafa, ben senin anlattığından bir şey anlamadım. Öyle bilmece gibi konuşmadan lafı da kıvırmadan bana en başından sonuna kadar ayrıntıları ile anlat yahu”
“Tamam” dedi Mustafa. Yerinden kalkıp odanın kapısını kilitledi. “Kimse bizi rahatsız etmesin, sözümüzü de kesmesin” diyerek odanın bir köşesinde bağdaş kurup oturduk. Telefonumun kayıt menüsünü açarak, Mustafa'yı dinlemeye başladım. Mustafa, Sıdıka’yı anlatırken sanki oradaymış gibi kâh üzülüyor, kâh gülüyordu. Bir ara dikkat ettim gözlerinde yaş geliyordu. Tam 45 dakika kesintisiz anlatılan kaydedildi. Vakit geç de olmuştu eve dönme zamanı gelmişti. Köyden, Urfa'ya giden Mustafa'nın köylüsü vardı onun arabası ile Urfa'ya gelir gelmez anlatılanları çözüp, temize geçmem gerekiyordu. Bunları bitirdikten sonra Sıdıka'nın yaşam öyküsü ortaya çıktı. Şimdi koltuklarınızda rahat oturun; Sıdıka'nın öyküsünü birlikte okuyalım.
1900'lü yıllarda, Bozova'ya bağlı Mircan Köyü vardı. Bu köyün tamamı Ermenilerin yaşadığı Şirin mi şirin bir köydü. Çevredeki birçok köyler de karışık milletlere ait Kürt ve Ermeni komşular yaşardı. Mircan köyünün tamamı Ermeni köyü idi. Sıdıka Bu köyde doğup, büyümüştü. Sıdıka’nın, 3'ü kız 6 kardeşi vardı. Kendilerine yetecek kadar arazileri ile hep birlikte çalışırlardı. Her pazar birlikte kiliseye gider ibadetlerini yaparlardı. Köyde kimsenin kimseye husumeti yoktu. Komşu köylerde, Hristiyan ile Müslüman komşular arasında hoşgörü vardı. Kimse inancından veya ırkından dolayı ötekileştirmiyordu. Birlikte yaşamanın güzel örnekleri vardı. Köylerde böyle güzel örnekler sergilenirken, lakin Urfa şehir merkezinde Ermenilere yönelik saldırı nefret söylemleri başlamıştı. Bu durumu yakından takip eden köyün pastörü, her pazar ayinlerinde duyduklarını aktarıyor ve çok acil mecburi olmadıkça şehre gitmemelerini tembih ediyordu.
Haftalar, aylar böyle tedirginlik içersinde geçiyordu. Mircan köyü güvenli idi ama çevredeki karışık köylerde ev baskınları yapılıp Ermenilere yönelik saldırı haberleri geliyordu. Dünün komşuları nasıl oluyor da düşman kesildiler. Akıl sır erdiremiyor, birilerinin ortalığı karıştırdığını ilk öncelerinden anlamadılar.
Tarih yaprakları 1915’i gösterdiğinde, felaket senaryolarının sonlarına gelinmişti. Ermeni Süryani nüfusun büyük çoğunluğu ya katledilmiş ya da Halep'e sürülmüştü. Ermeni katliamlarının öncülüğü Hamidiye alaylarına verilmişti.
Sıdıka ailenin kararı ile üç ay önce evlendirilmişti. Doğup büyüdüğü köyün üç ev ilerisindeki amcasının oğlu ile evlenmişti. Sade bir tören yapıldı. Duyumlar öyle korkunçtu ki, yürekten sevinçlerin yerini korku ve endişelere bırakmıştı. İleriye dönük planlama yapılamıyordu. Günlük yaşam içerisinde endişe içerisinde günler geçiyordu. Yarının ne olacağı sorusu yanıtsız kalıyordu. Böyle endişeli bir günde köyü Osmanlı Ordusu basar. Herkesi köy meydanında toplar. Sorumlu komutan toplanan kalabalığa seslenir; “Kimin evinde silah varsa teslim etsin. Biz bulursak çok ağır cezalandırılır” dedi. Komutan bir saat müddet verilmişti. Birkaç kişi evinde bulundurduğu küçük silahı teslim etti. Süre bittiğinde askerler tek tek evlere girerek silah araması yapar. Koca köyde sadece iki evde silah bulunur. Askerler evin erkeğini gözaltına alıp beraber götürmek istediler. O anda tüm köylüler komutanın etrafında toplanır. Biliyorlar ki götürdükleri an bir daha asla geri gelmeyecekti. Komutanla köyün ileri gelenleri görüşür. “Silahı aldın ama adamımızı götürmene izin vermiyoruz” der. “Ben alırım” “vermem” diye tartışıldı. Tüm köylerin birlik olmalarından ve kararlı duruşundan çekinen komutan sadece silahları toplayıp karakoluna gitmek üzere geri döndüler.
Köylüler rahat bir nefes almıştı. Bu baskından 4- 5 silahla atlatmıştı ama yine gelmeyeceklerinin garantisi yoktu. Köye gelen bilgilere bakılırsa, her geçen gün çember daralıyordu. Ermenilere yönelik saldırı ve talan girişimi artıyordu. Askerlerin köyü silah araması bahanesi ile aslında baskının bir planı idi. Nitekim bu baskından iki gün sonra gecenin ilerleyen saatlerinde köyün köpekleri acı acı havlayarak yaklaşmakta olan kara haberi veriyordu. Teşkilat-ı Mahsusa’ ya bağlı çalışan çetelerden yüzlerce atlı süvari birlikleri köyü çembere almış, rastgele evlere ateş açıyorlardı. Daha sonra evlere girerek karşılaştıklarını orada katlediyor, evde taşınabilen değerli eşyalara ganimet diye el koyuyorlardı. Girmedikleri ev kalmadı. Birçoğu orada katledildi. İnsan çığlıkları gökyüzünü titretiyordu. Ancak, duyan yoktu. Bu saldırıda büyük çoğunluğu katledilir. Bazılarını da esir alıp, bilinmeze götürüldü. Bu götürülenlerden bir daha asla haber alınamadı, akıbeti bilinmedi.
Gün ağardığında, köyde derin bir sessizlik hakimdi. Köpek havlamaları adeta çevre köyden yardım ister gibiydi. Çok geçmeden çevre köylerden yardıma geldiler. Özellikle Karakeçililer köyün enkazını kaldırmakta, yaralıları şehre taşımak için çok uğraştılar. Gördükleri manzara karşısında hıçkırıklarını tutamayanlar oldu. “Allah sizin belanızı versin. Ne istediniz komşularımızdan, kime ne zararları olmuştu” diyerek Osmanlı Devleti'ne lanet okuyorlardı.
Köyün büyük kısmı katledilmişti. Az da olsa kurtulanlar da vardı. 5'i çocuk bir de Sıdıka hafif yaralı kurtulmuştu. O gün ölenlerin defin işlemi gerçekleşir. Kurtulanlar da Boyunsuz köyüne getirilip sahiplenilir. Zaten kurtulanların hayatta kalan kimseleri yoktu. Sıdıka'nın kardeşleri, kocası, anne ve babası katledilmişti. Gidecek bir akrabası dahi yoktu. O artık Karakeçili ailesinde bir ‘besleme’ idi. Sıdıka'nın tanık olduğu bu vahşet karşısında dili tutulmuş, lal olmuştu. Hamileliğin 3. ayında düşük yapmıştı. Pijaması iç çamaşırları kan içerisindeydi. Getirildiği evin kadınları elbisesini değiştirip banyo yaptırırlar. Sıdıka, anne ve babasını sayıklaya sayıklaya uykuya geçer.
(Devam edecek)
Cemal Babaoğlu